24 Mart 2014 Pazartesi

Kara kaşlı küçük prensin ardından…Bir ekmek niye kanar?... *


Hani bir şey ters gider hayatta, hatta gitti mi bir sürü şey birden ters gider, bir anda tepetaklak olmuş, dibe batmış hissedersin. Battıkça batarsın, ama bilirsin ki an meselesidir düştüğün dipten yeniden ayağa kalkman, en dibe batacaksın ki yerden güç alıp yeniden yükselesin. Bilirim herkesin vardır böylesi dipleri.
Şimdi, bugünlerde yine yaşıyorum o dibi, ben, sen, o, her birimiz, toplum olarak, dünya denen karaya dönmüş mavi renkli gezegenin dört bir yanında… teker teker kendi küçük dar sokaklarımızda ve hep beraber haykırarak geniş sokaklarda… Üç ağaç, beş ağaç, bir can, bir can daha, iki can etmiyor milyonların yüreği oluyor, iki can yetmiyor, Ethem ölüyor, Mehmet ölüyor, Abdullah Cömert oluyor… yakartop oynardık kalan canlarımızla çıkan arkadaşları geri alırdık oyuna, Abdocan da elinde kalan tek bir canıyla arkadaşlarını geri almaya çalışıyor,  Medeni oluyor, koca bir ülke ediyor, Ali İsmail korkmuyor, daha kaç can gerekiyor, Ahmet ölüyor, dünya oluyor, dünya ölüyor, tamam diyorsun artık yeter, onlarcanın gözü çıkıyor, dibi gördük, gelmiyor o en dip, kasetler, ayakkabı kutuları çıkıyor, ses kayıtları, lanet olası daha ne kadar batabilir ki insanlık, vicdanın kilosu olur mu? Oluyor topluyorsun çıkarıyorsun ede ede 16 Kilo ediyor,  yürekler tek bir ismi haykırıyor, Berkin Elvan gidiyor…  “On dört yaşı diken ile kaplanıyor”… şarkılardan nefret ediyorsun… Ya Basta! Diye haykırmıştı Zapatistalar, işte öyle haykırıyorsun, Artık yeter! Ama gelmiyor, bir türlü görünmüyor dip, hani o basıp da yukarı çıkacağın o kahrolası en dip gelmiyor, Berkin ekmek almaya gidiyor, geri gelmiyor… 2,5 yaşındaki kızına sarılmak sımsıkı sarılmak istiyorsun… sarılamıyorsun, sarılsan suçlu hissediyorsun,  çocuklarına artık sarılamayacak anaların gözlerinden utanıyorsun,  lokmalar diziliyor boğazına, ekmek görmek istemiyorsun, ekmek olmak istiyorsun, evet sadece bir somun ekmek olmak istiyorsun, Berkin’in koşup getiremediği ekmek olmak istiyorsun, biliyorsun bundan böyle hiçbir anne çocuğunu içi burkulmadan ekmek almaya gönderemeyecek, ekmeğimizde artık kan sesleri var… bir ana haykırıyor “Dünya cennettir bir parça ekmekle insan doyuyor”… Ama kimilerinin gözü doymuyor… İnsafa gelir sandıkların bir türlü insafa gelmiyor… Hrant’ın ayakkabısının altındaki delikte, Uğur Kaymaz’ın 12 yaşındaki bedenine saplanan o on üç kurşunda çıkmayan vicdan, bir somun ekmeğe çıkacak sanıyorsun, çıkmıyor kahrolası çıkmıyor ortaya, o en dip yine gelmiyor, uyusan uyuyamıyorsun, uyansan uyanamıyorsun… anneliğinden utanıyorsun, ana baba olmak hiç bu kadar ağır gelmiyor, 16 kiloyu hiçbir vicdan tartmıyor… tek istediğin bir dost omza başını dayamak bu saatten sonra… Berkin’i milyonlar geri getirmek isterken başka bir can daha gidiyor… Burakcan oluyor…  kurban gidiyor kirli oyunlara, oyunlarına… yakartop böyle oynanmaz ki, canla can alınmaz ki? Yakartoptan, oyunlardan nefret ediyorsun… Oysa sen biliyorsun… anaların gözlerinden babaların sözlerinden biliyorsun… yavrunun gözlerine bakamıyorsun… belki sokaklarda bir slogan daha fazla söyleseydim, bir tweet daha atsaydım, ne bileyim bir yazı daha yazsaydım, bir şarkı söyleseydim, belki önleyebilir miydim tüm bunları … gerçekler açığa çıksın diye bir video daha paylaşıyorsun… olmuyor, en dip bir türlü görünmüyor, bilgisayar başında oturup kilometrelerce uzaktaki ülkenden beyaz atlarına binip giden küçük prenslerden haber almaya çalışmaktan gözlerin acıyor, sinirden, öfkeden, ağlamaktan için kuruyor… kızının sarı saçlarında, ela gözlerinde, beyaz teninde, devlet dersinde öldürülen Ceylan’ın siyah koca gözlerini, Berkin’ın kara kaşlarını görüyorsun… devletten de derslerden de nefret ediyorsun, bir tek çocukları seviyorsun, bir de çocuklar ölürken susmayanları, o çocukları seven diğer yürekleri seviyorsun… kelimelerden, ağıtlardan da nefret diyorsun ama olmuyor, yazmasan çatlayacak gibi oluyorsun… deliriyorsun…
******
Yıllar önce, Berkin’in doğduğu sene deprem bölgesinde hayatı normale döndürmek amacıyla bir vakfın çalışmalarına katılırken “travma sonrası stres bozukluğu” eğitimleri almıştık. En önemli aşamalarından biri anlatmak, anlattırmaktı. On dört yıl sonra durup dururken değil, teker teker çocuklar bilerek isteyerek öldürülürken bu eğitimi hatırladım yeniden. Sözün bittiği yer olduğunu bile bile sohbetlerde, internette her yerde bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, kimi zaman bak bu rezillikleri de bilinirse belki insafa gelir birileri diye ama artık Berkin’in cenazesinden sonra yaşananlar da gösterdi ki vicdan, onur ve insaf gibi değerler kimilerinin gönül evine hiç uğramamış. Bir eylemde yazmışlar “269 gün toprak almaya utandı siz utanmadınız diye”… Koca bir kabusta gibiyiz, bağırırsın bağırırsın kimse duymaz ya sesini ve bir süre sonra sen bile duyamaz hale gelirsin kendi sesini… Biz çocuklarımıza içinde şiddet sahnesi olmayan bir çizgi film bulacağız diye kılı kırk yaraduralım,  yolda yürürken, bir ağaca sarılırken, cenaze dönüşü, parkta otururken böcek ilaçları gibi üstümüze sıkılan gazlar, plastik mermiler, kafamıza yediğimiz gaz kapsülleri, coplar ve onca ölüm yetmezmiş gibi en çok da sesimizi duyuramadığımız bu kabustan dolayı travma yaşıyoruz… İktidar ve para hırsıyla gözü dönmüş bir avuç zalim yüzünden evet koca bir toplum travma yaşıyoruz… dayanamıyoruz söylemeliyiz, söylemezsek öfkeden ikiye yarılacağız… kendimden biliyorum…

11 Mart 2014 Günü
Berkin’in ölüme son direndiği gece, onun yaşadıklarından habersiz korkunç bir baş ağrısıyla uyuyamamıştım nedensiz. Ertesi sabah birkaç hafta önce Seafort adındaki eski bir Alman kasabasında kilisenin hasat şenliği sırasında tanıştığım Father (Peder)Jim Türk olduğumu öğrenince Negril’de yaşayan bir Türk tanıdığını söylemişti. Biraz internet araştırması sonucu dört yıldır Jamaika’da yaşayan Emrah’ı bulup, daveti üzerine 11 Mart günü çalıştığı otelde gerçekleştirilen Kültür Günü’ne gittim Serena’yla. Yüz yüze ilk kez karşılaşmamızın merhaba, nasılsınız’lardan sonraki belki üçüncü cümlesi “Çocuk öldü” oldu. Sabah toparlanıp bir saat uzaktaki Negril’e gitme telaşı içinde internete bakamamıştım. Kalakaldım. Evet, belliydi, 16 kiloya düşmüştü, ama Berkin direngendi, 268 kere bunu görmüştük. “Uğursuz adam aradı ondan gitti çocuk” derken Emrah, ben iki gün önce sahilde Jamaikalıların ve turistlerin meraklı bakışları altında elimde bir taş parçası, kumlara #DirenBerkin, #UyanBerkin yazışımı hatırlıyordum… sonra dalgalarla yazının silinişini … “Suya yazdım adını affet beni çocuk, dalgalar adını alıp götürmese, 270. günü görürdün belki” diyorum içimden. Kendime kızıyorum. Jamaika’da iki Türkiyeli, aklımızın yarısını zor tutuyoruz. Otel sahibinin kurduğu vakfın çocuklara kütüphane oluşturmak için düzenlediği şenlikte biz yasımızı tutuyoruz. Saatler geçiyor, Negril’deki çeşitli okullardan gelen Berkin yaşında çocuklar aylardır hazırlandıkları şarkıları söylüyorlar, oyunları sergiliyorlar, alkışlıyoruz, biz orada 2 Türkiyeli Berkin’in direnişini alkışlıyoruz… saatler geçiyor, sohbet derinleşiyor, Serena ilk kez gördüğü Emrah abisinin omuzlarında oyunlar oynuyor, biz iki “zıt” siyasi geçmişimizle aynı çocuğun yasını tutuyoruz… Bağış yapıp, kütüphanenin duvarını oluşturacak iki tuğlaya Berkin’in adını yazıyoruz, rastgele iki tuğlaya… sonradan fark ediyorum aradaki tuğlaya başka birisi “One Love” yazmış… Sonra bir ara “Din işte böyle kitleleri uyuşturuyor” diyor Emrah, aylardır yıllardır Türkçe konuşmaya hasret anlatıyor, ben o gün bir insanla tanışıyorum, ben o gün hayatımda ilk kez eski bir ülkücüyle sohbet ediyorum, elinde telefon Türkiye’den haberleri aktarıyor, bir ara Milli Eğitim Bakanı istifa etmiş diye haber veriyor, çölde bir parça su bulmuş gibi sevinecek oluyoruz, dedim ya toplumca travma yaşıyoruz, Berkin ölüyor, biz istifaya seviniyoruz, ha zaten o da serapmış, ona da eyvallah diyoruz… Boy boy kara kara çocuklar “One Love”ı söylüyor, sanki Berkin “Çocuklar öldürülmesin ekmek de alabilsinler” diye bağıra bağıra onlara eşlik ediyor… o andan sonra dünyanın bütün çocukları Berkin’in haşarı gözleriyle bakıyor, onun çocuk sesinde şarkılar söylüyor, ben artık gözyaşlarımı tutamıyorum, kızım görmesin diye sırtı bana dönük şekilde kucağıma oturtup ritme kendimi kaptırıyorum …

One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
Hear the children crying  (Çocukların ağladığını duy)
Hear the children crying (Çocukların ağladığını duy)
Let them all pass all their dirty remarks (Bırak onların tüm kirli düşünceleri geçsin gitsin)
There is one question I`d really love to ask (Gerçekten sormak istediğim bir soru var )
Is there a place for the hopeless sinner?
Who has hurt all mankind just to save his own?
Sadece kendini kurtarmak için tüm insan ırkını inciten /Umutsuz bir günahkar için bir yer var mı?)
Believe me (inan bana)
One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
As it was in the beginning (Başlangıçta olduğu gibi)
So shall it be in the end (sonunda da öyle olsun)….
One more thing
Bir şey daha
Let`s get together to fight this Holy Armageddon (Şu Kutsal Armagedon ile savaşmak için bir araya gelelim)
So when the Man comes there will be no, no doom (Öyleyse insan yola geldiğinde, acı akıbet olmayacak )
I`m pleading to mankind (İnsan ırkına yalvarıyorum)



Gözüm Berkin'in adının yazdığımız tuğlalarda, Bob Marley’nin sözleri okul korosundaki Jamaikalı çocukların detone, ürkek seslerinde o gün olduğu kadar anlamlı bir daha hiç olmayacak.  Onu biliyorum. Oysa şarkılar, şiirler tüm anlamlarını Berkin’in bedeniyle beraber kaybetmediler mi? Niye dinliyorum, niye hâlâ buradayım? Hayat devam ediyor… Neden sonra sahneye oralı kırık bir genç çıkıyor, çocuklardan daha da detone hiç duymadığım bir şarkıyı söylüyor, zaten kafam yerinde değil, hiçbir şeye tam konsantre olamazken sözcükler kulağımda çınlamaya başlıyor…

All my friends which passed away /Meet me at the river some day/To all my fallen friends 
(Göçüp giden tüm arkadaşlarım/Bir gün nehirde buluşalım/ Düşen tüm arkadaşlara )
Life goes on/ on and on/Till we meet again 
(Hayat devam ediyor/ durmadan devam ediyor/Yeniden buluşana kadar)
My friend died which he never deserved at all (Arkadaşım öldü/hiç hak etmeden öldü) …



Jamaika’da düğünler gibi cenazelerde de şarkı söyleyip dans ediyorlar, dersin ki bugün orada kendi usullerinde Berkin’e cenaze töreni yapıyorlar. Oysa hiçbirinin haberi yok, biz orada sadece iki Türkiyeli yasımızla baş başa, şaşkın, kırgın, öfkeliyiz…
Kapanış konuşması için Father Jim elinizi göğsünüze koyun ve iyi bir dilekte bulunun diyor, içimden Berkin diyorum, bir de değişsin artık bu oyunun kuralı, yakar top böyle oynanmaz ki diyorum, hıçkırıklarımı tutamıyorum,  bir bakıyorum karşımda tanımadığım bir turist kadının gözleri doluyor…
Ben o gün denizin içine batan kızıl güneşle son kez Berkin’in adını kumlara yazıp ölümsüzlüğe uğurluyorum kara kaşlı küçük prensi… 

*Daha önce dost site uzuncorap.com'da yayınlandı.
 (http://uzuncorap.com/2014/03/18/ekmegimde-kan-sesleri%E2%80%A6-kara-kasli-kucuk-prensin-ardindan%E2%80%A6/)

7 Mart 2014 Cuma

Çalmak var çalmak var

“Sana gitme demeyeceğim. 
Üşüyorsun ceketimi al. 
Günün en güzel saatleri bunlar. 
Yanımda kal.”*
Demiş ya şair. Benim için günün bu “en güzel saatleri” Boğaz’da bir vapurda tarihi yarımadaya doğru kafamı çevirip de göğe baktığımdaki günbatımıdır. Jamaika’da güneşin en güzel battığı yerlerden biri Negril’miş, hatta dünyada çapında ünlüymüş Negril’in günbatımları, görmedim henüz bir şey diyemeyeceğim.
Montego Bay’deki yeni hayatımızda benim için günün en güzel saatleri ise sabah altı buçuk civarında uyanan Serena’yı, işe giderken okula bırakmak üzere Jerome’un arabasına bindirene kadar geçen telaşlı ve stresli iki saatin ardından balkonda kahvemi ve sigaramı içtiğim an. Gerçekten de İstanbul’da bazen sabah onlara kadar uyuyan çocuğun burada rekoru saat sekiz, o da sadece bir gün. Burada güneş yılın her ayı saat altı buçuk gibi erken batıyor ve erken doğuyor, muhtemelen pencerelerde de panjur olmadığından bizimki ışığı hisseder hissetmez uyanıyor. Bense baykuş soyundan geldiğime inanıyorum, bütün öğrencilik hayatım boyunca sabahlamadan bitirdiğim ödev sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Biraz son dakikacılıktan, biraz hep aynı anda bir dünya işi yapmaya kalkışmamdan ama kesinlikle tembellikten değil. Karadenizli de değilim ama elimde değil IQ’um güneş batınca yükseliyor. Neyse benim gibi geceleri oturmayı, okumayı, çalışmayı seven biri için bu ritim yeterince zorlayıcıyken iki buçuk yaşında bir kız çocuğunun sabah elbise dolabındaki bütün elbiseleri deneyip, “o değil, öteki, kalpli değil, çiçekli, kelebekli değil, kedili” mızmızlanmaları arasında kahvaltı hazırlamaya, sonra bir yandan tabağındakileri yedirirken bir yandan okula götüreceği beslenme çantasını hazırlamaya, hem de bunları afyonu patlayamamış bir halde, bir gözü açık diğer gözü uyurken yapması ve tüm bunlar olurken sinirlenmemeye çalışması harika bir sınav.
Geçenlerde bu zorlu sınavı atlattığım sabahlardan birinde, bizimkilere el sallayıp öpücüklerle gönderdikten sonra ağzıma bir iki lokma bir şeyler atıp elimde telefon hemen balkona koştum. Malum “Başçalan” ve saz arkadaşlarının ailecek yeni albüm kayıtları bir bir yayınlanıyordu. İnternetin icadına katkısı bulunan tüm emektarlara kilometrelerce uzaktaki memleketin 7 saat farkla da olsa nabzını tutmamı sağladıkları için saygıda kusur etmeyip yeni “tape”leri dinlemeye başladım gülmekle ağlamak arası… Kâh öfkelendim, kâh moralim bozuldu, ama hiç şaşırmadım… evet hiç şaşırmadım. Bir an belki söz konusu paraların miktarını ya da bundan sonra olabilecekleri tahayyül etmeye çalışmak ya da sadece karşımdaki denize bakıp bir nefes almak için başımı kaldırdığımda iki gözle karşılaştım. Soluk kahverengi kıyafetlerin içinde cılız bir bedene oturtulmuş iki mahcup göz… İki mahcup göz benim dalgın ve aslında denizaşırı bakarken, sırf onun mahcupluğundan dolayı merakla bakmaya başlayan gözlerimden elindeki siyah torbaya kaydı. Sonra diğer elindeki kırmızı çiçekleri bir hamleyle o siyah torbaya tıkıştırıp aceleyle bahçenin benden uzak bir köşesine doğru ilerleyen iki mahcup bacağa dönüştü iki mahcup göz.  Mideye giren iki lokma, kahve, nikotin ve ülke haberleri ile patlayan afyonumun da etkisiyle aslında birkaç gün önce onu gördüğümü hatırladım. Sonraki günlerde de o beni görmese de ben onu ve acemi hırsızlığını görecektim. Sitenin bahçıvanı ya da temizlik görevlisi, herkes kendi sabahının telaşındayken bir kısmı zaten boş olan evlerin önündeki açan kırmızı çiçekleri cebinde sakladığı siyah poşetine sokuşturup gidiyordu. O çiçekleri niye topluyor, ne yapacak o çiçeklerle? Bunların hiçbirini soramadan ağzım açık ardından bakakalmışım… Baklava çaldığı için hapis yatan çocuklar, hayatım, okuduklarım, bildiklerim, daha bir saniye önce dinlediğim kesinliğine yüzde yüz inandığım ses kayıtları bir film şeridi gibi gözümün önünden kayıp gidiyordu…
Bir yanım “dur, gitme, birkaç çiçek daha kaldı” diyor, “kaçma ben de çaldım… öğrenci evi, arkadaşlarla bir Pazar kahvaltısı edecektik, bir paket kaşar, bir paket salam, kredi kartı desen limit kalmamış, hem mahalle bakkalı değil ya kara tenli abim büyük kapitalist bunlar, bizden kepçeyle alıyorlar…”
Sonra birkaç gün önce pencereden tanık olduğum bir sahne geliyor zihnime: komşulardan biri bahçenin öbür tarafında güvenlikten rica ediyor, güvenlik bahçe makasıyla kesip aynı kırmızı çiçeklerden veriyor kadına muhtemelen evindeki vazoya koymak üzere.

Sorrel denilen kırmızı bir çiçekten reçel yaptıklarını biliyorum, hatta o sabah ya da başka bir sabah yemiş bile olabilirim acaba bu o çiçek mi, yoksa bu başka bir şifalı çiçek mi? Bilemiyorum. Kırmızı çiçeklerin gizemini çözemiyorum ama bahçıvanın mahcubiyetiyle komşunun rahatlığı arasındaki tavır farkının sırrını çözüyorum. Kendinden emin komşu burada oturuyor, belki mal sahibi belki kiracı, iki mahcup göz ise çalışıyor, burada oturanlar daha steril, daha güzel yaşasınlar diye emek veriyor… Fark bu kadar basit. Yürü cılız bedenini sevdiğim diyorum, bu dünyadan Proudhon geçti, sakallı geçti, değil mi ki “Mülkiyet hırsızlık”? Dünyanın tüm kırmızı çiçekleri kurban olsun kara tenine… Toprağın, suyun, havanın, kırmızı çiçeklerin nasıl sahibi oluruz?
Ama bir yanım, anne olmuş yanım, yeni evimizin yeni üyesi çiçeğin açmaya hazırlanan sarı tomurcuklarını benden fırsat kollayıp gizli gizli koparmaya çalışan kızıma sabırla binbir hikaye ile niye koparmaması gerektiğini anlatan yanım, “ama”larla karşı çıkıyor, hani üç beş ağaç için onca gaz yedik, 6 can verdik toprağa, bugün sekiz dokuz çiçek, yarın sekiz dokuz ağaç diyor…
Yok canım diyor öteki yanım, çiçekle ağaç bir mi, yarın yenisi çıkacak, asgari ücretin daha yeni haftada 5000 Jamaika dolarından 5600’e çıktığı (ayda yaklaşık 450 TL asgari ücrete karşılık çoğu tüketim malzemesinin Türkiye’yle aynı ya da daha pahalı olduğu) bir ülkede kim bilir ne yapacaksa muhtemelen eve üç kuruş fazla götürebilmek adına görmeyiversin komşular kırmızı çiçekleri bahçede diyorum.

Sigaramdan bir nefes daha alp işte tüm bu çelişkileriyle daha bir seviyorum kendimi, ar damarı çatlamış başçalanlarına rağmen doğup büyüdüğüm, daha yaşanılabilir olsun diye kendi gücüm oranında emek verdiğim toprakları, gördüğüm ve göremedim tüm yönleriyle evreni… ama bu sabah en çok da o kırmızı çiçekleri ve acemiliğine yandığım mahcup o iki gözü seviyorum…

*Özdemir Asaf


3 Mart 2014 Pazartesi

Bizim Kızın Korkuları

En son blog yazımı korkunun ecele faydası yok diyerek bitirmiştim. Ülkenin boşbakanları, partileri, kendi “adamları”, sülaleleri ile büyük bir kepazelik batağının içindeyken, onuruna, vicdanına sahip çıkan insanlar sokaklara çıktığında uygulanan şiddet bile göstermeye yetiyor koltuk korkusunun iyice popo korkusuna döndüğünü. Uzakta olunca insan bambaşka bir ruh halinde oluyor, bir yandan olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmeye çalışırken bir yandan da sokaklardaki tanıdık tanımadık gençlere, yaşlılara, o insanlardan birinin kılına zarar gelecek diye yüreği hop oturup hop kalkıyor saçma bir çaresizlik halinde.
Milyon Avroları nereye saklayacaklarının kaygısıyla yanıp tutuşan tatsız ucubeleri kendi korkularıyla baş başa bırakıp, bizim tatlı cadının korkularından dem vuracağım biraz. Evet, en çok korkusu olanlar kaybedecek en çok şeyi olanlar, belki de bu yüzden bebeklerin başta korkuları olmuyor. Bir kere daha sahiplik duyguları yok ki.  Serena da belki diğer birçok bebek gibi oldukça uzun süre hiçbir şeyden korkmadan aslanlar gibi yaşadı durdu, ha hayatında sürekli ayrılıklar ve mekân değişiklikleri olan bir çocuk olduğundan belki, özellikle anneden ayrılma sendromlarını korkudan saymıyorum, bunlar daha içgüdüsel şeyler kanımca. Artık hamurundan mıdır, yoksa benim biraz da bilerek koşma, atlama, zıplama, düşersin, elin kirlenir, bir yerin acır gibi müdahaleleri ayarında tutmaya çalışmamdan mıdır bilinmez, gözü karalıklarıyla etrafa ün saldı bizim kız. Hiç korkusu olmadı mı oldu, oluyor. Acayiptir Serena’nın 2 yaşına doğru en büyük korkusu korsanlardı. Önceki hayatından falan getirdiği başka bir karması yoksa eğer muhtemelen bir dönem her gece okumamı istediği Peter Pan kitabındaki Kızılderili prensesini kaçıran kötü korsanlar yüzünden, Serena’nın bir ara özellikle akşamları karanlık bir yerden korsanlar çıkacak takıntısı vardı. Önce bir “yok kızım korsan morsan, onlar sadece kitaplarda var” diyecek oldum, sonra aslında bunun korkusunu yenmekten öte, hayal gücüne zarar verebileceğini düşünüp vazgeçtim.  Neyse ki bir gün Özge’lerde kuzeni Çınar’la izledikleri sevimli ve komik korsanların olduğu bir çizgi film ve bu esnada Özge’nin bulup getirdiği bilumum eşarpları gözümüze, kafamıza bağlayıp maaile oynamaya başladığımız eğlenceli korsancılık oyununun da etkisiyle bu korsan-fobi biraz azaldı. Tabi bunda benim Peter Pan kitabını bir süre pek görünmez bir yerde tutup başka kitapları öne çıkarmamın da etkisi oldu.  
Bir de koku alma duygusunun yanı sıra kulakları da hassas olan Serena özellikle kaynağını anlayamadığı seslerden pek haz etmez, hele de karanlıkla birleşince üst kat komşularının çektikleri bir sandalye sesi ya da sokaktan gelen alışkın olmadığı bir ses korku filmi etkisi yapmaya yeter de artar. Sanırım Sri Lanka dönüşüydü, aslında önceden rahatsız olmadığı ama aradan geçen aylarda unuttuğu ezan sesinden bayağı korkar olmuştu. Son zamanlarda Feneryolu semtinin tek yeşil alanı olan fidanlığın bulunduğu araziyi de içine alan büyük bir külliye inşaatı projesi ile gündeme gelen Tuğlacıbaşı Camii annemin evinin arka sokağında ve maşallah hatırı sayılır derecede açıyorlar hoparlörlerin sesini ezan vakti.  Döndükten sonra bir süre Serena uyuyorsa uyanıyor, uyanıksa bir yerlere saklanmak falan istiyordu.  Annem “amca şarkı söylüyor amca şarkı söylüyor” diye diye alıştırdık sonunda. Evet, alışıyor insan ya her şeye alışıyor. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum bu mevzu gündeme gelince. O zamanlar bu kadar yüksek olmazdı ezanın sesi ve bu kadar çok da cami yoktu her köşe başında. O yüzden o zamanlar oturduğumuz Ortabahar Sokak’taki evimizden ezan sesi duymaya alışık değildik sanırım. Ama aile dostlarımız İlhan Ağabeylerin evine gidip de artık her nedense orada uyuduğumuz gece(ler) onların yakınındaki camiden gelen sabah ezanıyla irkildiğimi, hüzünle korku karışımı bir duyguya kapıldığımı hatırlarım ve hâlâ da sabah ezanları bir acıklı gelir bana. Oysa ne çok severdim Tankut ve Heval’le oynamayı. Zaten o zamanlar en ilginç şeylerden biriydi ev gezmelerine gitmek, telefon da yok, hayat sürprizlerle dolu, uğrarsın bakarsın, evde yoklarsa not bırakırsın, yakın dostlarsa ve benimki gibi kimilerince patavatsızlık olarak algılanabilecek seviyede espriyi seven bir babanız varsa, “geldik evde yoksunuz, siz ne biçim b.ksunuz” falan gibi notlar.  Evdeyseler başlardı bir şenlik, etrafta televizyon dahil hiçbir teknoloji aygıtı olmadan eğlenirdi büyükler ve dolayısıyla biz, bir şamata, etrafta kahkaha sesleri, tabi arada bol dumanlı ve kasvetli solcu toplantılarında sıkılıp, uyuyacak köşe aradığımı da hatırlarım…
Bizim çocuklar kendi çocukluklarını ilerde nasıl hatırlayacaklar bilinmez ama ben konuyu korkulardan nostaljiye bağlamışken hadi geri dönelim Serena’nın korkularına.  Jamaika’ya geleli beri ara sıra nükseden korsan muhabbeti (Karayipler de tam yeri değil mi ki?) ile üst kattaki 3 çocuklu Kolombiyalı aileden gelen sesler tipik korkular arasında. Her ne kadar ikisi erkek olmak üzere 3 çocuklu bir aile için oldukça az gürültülü olsalar da yukarda bir şey çıt etse, “bir ses duydum, anne” diyip yanıma geliyor, “yok kızım bir şey, üst katta Lauralar var ya, oynuyorlar herhalde, oyuncak yere düştü, sandalye çektiler…vs ” diye naklen yayındayız (evin en küçüğü Laura aynı zamanda Serena’nın sınıf arkadaşı).
Doğduğundan beri banyoyu seven çocuk burada bir de duş korkusu yaşadı ilk haftalarda. Bu evde banyoda duvara sabit bir parçadan geliyor su, artık o tepedeki armatürü kendi hayal aleminde neye benzettiyse hiç yıldızı barışmadı onunla, feryat figan banyo yapar oldu. Neyse alıştığı gibi hortumlu bir duş ahizesi bulup da takana kadar eski usul tas niyetine mutfaktan bulduğum plastik vazo gibi bir şeyle idare ettik bir süre.

Hint Okyanusu'nda plastik küvet keyfi 
Bir diğer korku hikâyemiz de geldiğimizin ertesi günü yerleşme çalışmalarına biraz ara verip havuzla tanışmamız sırasında oldu. Türkiye’den yanımda getirdiğim emektar kolluklardan biri Serena suya girdikten 5 dakika sonra yırtılınca boyunu geçen yerde kızcağız dengesini bulamayıp biraz korkulu anlar yaşadı. Üstüne üstlük bu Serena’nın suyla ilk korkulu imtihanı da değildi. Aslında doğduğundan itibaren suyu, yıkanmayı sevmesine rağmen ilk deniz deneyimini Hint Okyanusu’nda yaşayınca bir süre direnmişti. Sri Lanka’ya vardığımızda 10 aylık yoktu, ya o uçsuz bucaksız suyun kendisi, ya da bizim için küçük ama ona göre kim bilir ne kadar büyük dalgalar tedirgin etmişti, içine girmek istememişti bir türlü suyun.  Bir taraftan da zaten beyaz ve dolayısıyla hassas teninde ilk günden nem ve sıcaktan dolayı isilikler çıkmaya başlamıştı. Deniz suyunun iyi geleceğine inandığımdan çözümü derhal bir plastik banyo küveti alıp plajda küveti deniz suyla doldurmakta bulduk. Gündüzleri deniz suyu akşamları da yerli halkın tavsiyesi üzerine ayurvedik bir takım bitkilerle banyo yaptırıp durduk. (Sonunda geçti mi isilikler derseniz geçmedi, isilik ve bilumum alerjilerle mücadelenin detaylarını başka bir yazıya bırakıyorum).

Derken yavaş yavaş Serena denize, okyanusa alışmıştı ki, aylar sonra bir gün Trincomali’de kucağımda Serena bir arkadaşla denize girerken hiç beklenmedik bir anda öyle sert bir şekilde çarptı ki dalga, yanımdaki arkadaş da ben de kendimizi suyun içinde bulduk. İşte o an hayatımın en korkunç anlarından birini yaşadığımı itiraf etmeliyim çünkü suyun içinde bir saniye de olsa Serena’nın artık elimde olmadığını fark etmiştim, nasıl elimden kaydı düştü, sonra ben o dalgaların içinde nasıl tekrar onu bulup çıkardım, o süre kaç saniyeydi, yoksa koca bir ömür mü geçti hiç bilmiyorum.  Muhtemel ki bu olayın da etkisiyle bizimki hâlâ pek sevmez dalgalı suları. Hatta geçen yaz Sri Lanka’dan döndükten aylar sonra yeniden denizle karşılaştığında girmek istememişti ve birkaç gün sonuçsuzca onu girmeye ikna etmeye çalışıp sonunda pes etmiştim.  Birkaç gün sonra küçük çocuk havuzunda oynarken ben de bir köşede hem kitabımı okuyor hem de göz ucuyla ona bakıyordum, ne göreyim, bizimki kolluk denen mucizevi aletin de yardımıyla kendi kendine yüzüyor. Bir süre öyle takıldıktan sonra bir baktım çıkmış küçük havuzdan büyüklerin havuzunun merdivenlerinden iniyor daha 2 yaşına yeni basmış velet. Artık havuzda boyunu geçen yerlerde iyice ustalaştıktan bir süre sonra da korkusuzca denizde yüzmeye başlamıştı. Hatta tekne gezisinde tekneden kıyıya kadar büyüklerle bir yüzmüştü bizim küçük ördek. Korkusunu kendi kendine yenmişti, kendi zamanında, kendi ritmiyle…

Kolluklar yırtılmadan kısa bir süre önce

Bu sene burada da kolluk yırtılması badiresinden sonra benzer bir süreç yaşıyoruz. Jamaika malum bir ada ve birçok şey ithal geliyor (özellikle halkın ortalama geliri düşünüldüğünde oldukça da pahalı), gelenler de bitince bekle ki gelsin. Civarda zaten iki üç büyük market var, hiçbirinde Serena’ya uygun küçük kolluk bulamayınca sağlamca bir bantla yapıştırarak idare etmeye çalışıyoruz. Bizimkinde zaten kolluklara güven kalmamış, ben de sanki malımı bilmezmiş gibi yine bir iki denedim bak bir şey olmayacak diyerek ikna etmeye çalıştım ama yok Nuh diyor peygamber demiyor da havuzda kendini sağlama alıp ayaklarının değdiği merdiven bölgesinden bir adım ileri gitmiyor. Başkalarının laflarına pek ehemmiyet veren biri olarak bu kızın menşei konusunda şüphe etmiyor değilim bazen. Kimi zaman şaşkınlıkla kimi zaman çileden çıkarak, biraz gıpta ile seyrediyorum onun bu net ve kararlı halini. Bu yaşta bütün çocuklar mı böyledir bizim mamul mü böyle çıktı artık bilmiyorum ama bir insan evladı bu kadar mı bilir ne istediğini, bu yüzden Serena’yı bir şeye ikna etmek ya da kandırmak yerine deveye hendek atlatmayı tercih edebilirim bir gün çöle düşersem. Neyse yüzme konusunda bu sefer de yine kendi zamanını kendisi ayarladı ve geçen gün evin yakınındaki aslında girişin paralı olduğu ama bu civarda oturanlara (tabi büyük yolcu gemilerinin geldi günler haricinde) ücretsiz giriş kıyağı yapan Seawind Club’daki çocuk havuzunda saatlerce oynadıktan sonra bir baktım denize girmeye direnen çocuk kendi kendine denizde ilerleyip suya atmış kendini kolluklarla beraber. Hâlâ büyük havuza girmiyor ve denizde açıklara gitmek istemiyor ama olsun yine de takdir ettim kendisini. 2,5 yaşındaki Serena’dan çok daha büyük, belki altı, belki sekiz yaşlarında denizle kumun birleştiği balçıkta o zamanki mantar simitler belimde yüzme similasyonu yapan kendi halimi hatırladıkça …
Ee… malumunuz “Şimdiki Çocuklar Harika”!  
Her şeyin kendi zamanında güzel olduğunu bize hatırlatan Can Yücel’in dizeleri de bu yazının şiiri olsun o zaman, keyifle anarak…

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon’da Hasan Ağabey’ in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…..


Can YÜCEL 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Yeni Ev


Ben yeni bir yere kolay uyum sağlayanlardan olduğuma karar verdim sonunda. Kimileri vardır, kendi yataklarını, yastıklarını, eşyalarını ararlar, ilk günler uyuyamazlar, tuvaleti yadırgarlar falan, bense araba, otobüs, yer yatağı, kanepe nerde bulsam uykuyu üstüne atlarım hemen. Başkasının evinde mutfakta iş yaparken elim ayağıma dolanır ama yeni bir eve taşınınca hemen sanki yıllardır orada yaşıyormuşum gibi kendi düzenimi kurvermeme ben bile şaşıyorum.



Önümüzdeki bir buçuk yılı geçireceğimiz Jamaika’daki yeni evi de benimsedim hemen. Montego Bay’ Jamaika’nın kuzey batısında, yüzölçümü açısından ikinci, nüfus açısındansa dördüncü büyük şehri adanın. Evimiz Montego Bay’in Freeport kısmında adından da anlaşılacağı gibi serbest liman bölgesinin de içinde olduğu bir koyda. Hemen yanı başımızda yat limanı, karşımızda da turist akınının yoğunlaştığı bu aylarda haftada iki-üç kere yolcu gemileri yanaştığı büyükçe bir liman var.  Sabahtan gelip akşam tekrar demir alan bu gemileri balkondan izlemek “Puf Puf Vapur” kitabının etkisiyle İstanbul’da da vapurlara bayılan Serena’nın bayağı hoşuna gidiyor. Hele “Carnival Magic” adında bir tanesi var ki cidden devasa bir gemi. Genellikle Amerika’dan kalkan Karayip turu yapan bu gemilerin geldiği günler limanın etrafı minibüs ve taksi kaynıyor. Gemiden çil yavrusu gibi karaya dağılan turistlerin çoğu civardaki plajlara atıyor kendilerini.  


Balkonumuzun manzarası hiç fena değil



Evin kendisine gelince zaten her şeyiyle şahane bence. 2 tane havuzu olan bir site içinde, darca bir burunda olduğu için evin iki tarafından da deniz görünüyor, mutfakta deniz manzaralı bulaşık yıkamak da ayrı bir olaymış ne diyeyim.  En son Sri Lanka’daki evimizle karşılaştırıldığında konforu açısından adeta saray burası. Sri Lanka’nın kuzeyinde Tamil bölgesinde oldukça yoksul bir Hindu kenti olan Trincomali’deki evde mutfakta biz taşınamadan önce tezgah dahi yoktu dersem biraz durumu anlatabilmiş olurum (ve o civardaki belki en iyi haldeki evlerden biriydi o ev). Orada geleneksel olarak evlerin duvarlarının üst kısımlarında muhakkak açıklıklar olur, elbette bu kadar rutubetli bir iklimde havalandırma açısından elzem olan bu mimari özellik, her türlü börtü böceğe de davetiye çıkartır. 

Tamamı olmasa da pencerelerdeki havalandırma boşluklarının bir kısmını görebiliyoruz...


Neyse ki yoğun ısrarlar sonucu pencerelere sineklik takmaya ikna edebilmiştim Jerome’u (Tamam ben de doğa ve hayvan severim ama daha 1 yaşında bile olmamış bir bebekle insan hemen bir ana kartala dönüyor, hele de sıtmanın en yaygın olduğu coğrafyalardan birinde olunca). Taktık sineklikleri pencerelere ama tabi o en tepedeki boşlukları kapatamamıştık. Bu yüzden ara sıra eve girmeyi beceren kurbağalar, çeşitli ebat ve türdeki karıncalar, örümcekler ve süleymancıklarla yaşamayı öğrendik. Hatta evin her bir köşesinde gezen koca bir süleymancık sülalesiyle o kadar kanka olmuştuk ki o zamanlar 10 aylık olan Serena’nın ilk söylediği kelimelerden biri kertenkeleydi. Bir de haftada kaç kez silersek silelim yerlerden eksik olmayan tozları parmaklaması ve elbette emekleyen bir çocuğa en ilginç gelen şeylerden biri olan karıncaları ağzına götürmesinden korktuğum için sıkça tekrarladığım bir diğer kelime olan “pis” de çiş’le karıştırarak ilk söylediği kelimelerden biri olmuştu orada. Gerçi sıkça bahçedeki mangolaraı talan etmeye gelen maymun sülalesinin yanında evin içindeki haşeratlar solda sıfır kalıyordu. 


Sri Lanka'da tavanımızda müstehcen pozlar veren süleymancık aşiretinin üyeleri
Sri Lanka'da bahçedeki mangoların müdavimlerinden biri

Biraz çekindiysek de Amerikalı bir yardım kuruluşunda çalışan orada tanıştığım iki çocuklu aile gibi hiç kapı pencere açmayıp gece gündüz klimayla yaşamadık ve başımıza da pek kötü bir macera gelmedi. Hatta artık o kadar alışmıştık ki haşeratlara uzun ve yorucu bir Colombo yolculuğu dönüşü (Başkent Colombo ve Trincomali arası aslında 250 km bile yok ama yollar korkunç durumda olduğundan 8-9 saati buluyor yol) o kadar uykusuz ve bitkin düşmüştük ki, yokluğumuzdan istifade edip yatak odasına yerleşen tarantula büyüklüğündeki örümceği duvarın köşesinde kendi haline bırakmaya karar verip cibinlikli yatağa atıvermiştik kendimizi. Öyle çok cesur falan olduğumdan değil, hatta İstanbul’un merkezinde doğup büyümüş, orta sınıf, kentli 15 yaşına kadar avuç kadar köpeklerden bile kaçan birisi olarak bir sürü korkularım var, ama ne hikmetse değişik deneyimlere olan ilgim ve merakım sanırım korkularımdan ağır basıyor da bu göçebe hayat bir işkenceye dönüşmüyor.  Sri Lanka’dan da tanıdığımız Jérôme’un Fransız bir iş arkadaşı ve onun Kazakistanlı eşi geçen hafta buraya taşındılar. Bizden sonra bir yıla yakın kalmışlardı Trincomali’de. Ben tabi merakla, özlemle Sri Lanka’yı sorunca, “aman sakın sorma başımıza gelenleri” diye anlatmaya başladı. Pek iyi bir kızcağız ama işte o yerel halkın çıplak ayaklarla yürüdüğü taşlı, engebeli yollarda topukluyla yürümeye çalışmasına benziyor yaşadıkları. İlk geldiği günden memnun kalmamıştı Sri Lanka’dan ve zavallıcağızın başına gelmedik kalmamış bizden sonra. Birkaç haftalığına tatile giderken sıkı sıkı evin her tarafını kapatmışlar ve döndüklerinde ne görsünler, her şey her yer nem içinde, öyle bir küf sarmış ki evi buzdolabı bile küflenmiş… E demek ki boşuna açıklık bırakmıyor adamlar evlerini yaparken, her mimarin özelliğin bir nedeni var elbet. Sonra bir gün evde otururlarken önlerinden kocaman bir yılan geçmiş, tabi hemen yakında oturan ev sahiplerine sormuşlar, yok bir şey yapmaz demiş. Sri Lankalılara sorarsan hiçbir hayvan hiçbir şey yapmaz zaten, sonra “Peki sokarsa n’olur?” diye sorunca “Yok o zaman iyi değil” demiş adam. Araştırınca etkisinin ömür boyu sürdüğünü ve Sri Lanka’da gördüğümüz belli bir yaşın üstünde Parkinson gibi titreye titreye dolaşan insanların bu yılanın sokması sonucu bu hale geldiğini öğrenmişler. Burada da geldikleri ilk hafta yollarını kaybedip Rasta gençlerin marihuana içip mangal yaptıkları, yolun her bir tarafından insanların arabanın önüne fırladığı garip bir sokakta bulmuşlar kendilerini. “Pencereleri bile açmaya korktum” diye anlatıyor kızcağız. Zaten gelmeden internette araştırmış tehlikeli bir yer olduğunu düşünüyor Jamaika’nın, eşi zar zor ikna etmiş gelmeye. “ Şehir merkezinde korkulacak bir şey yok” diyorum çok bilirmiş gibi, oysa onlardan sadece bir hafta önce geldim buraya, “tehlikeli yerler şehrin dış kısımlarındaki gettolarda.” Evet, doğru Jamaika suç oranlarının yüksek olduğu bir ülke, hatta 2005’te 100 bin kişide 58 cinayet ile dünyanın en yüksek cinayet oranı tespit edilmiş, 2012’den itibaren bu oran biraz düşmeye başlamış olsa da hâlâ şiddetin yüksek olduğu bir ülke Jamaika. Daha çok Kingston, Spanish Town ve Montego Bay gibi büyük şehirlerde uyuşturucu çeteleri arasında ya da siyasi nedenlerle vuku bulan şiddet hadiselerinin pek turistlere ya da yabancılara yönelik olmadığı söyleniyor. Elbet bizim oturduğumuz site yoğunluklu olarak yabancıların ve orta-üst sınıf Jamaikalıların oturduğu kapısında güvenlik olan bir yer, yani “Belalı Cennet” denen Jamaika’nın daha çok cennet kısmını yaşıyorum ama yollarda markette, hafta sonu gittiğimiz Montego Bay’in 45 dakika dışındaki kırsal bölgede karşılaştığım Jamaikalılar insana kocaman dişleriyle gülümseyen gayet sempatik, gülmeyi şakalaşmayı seven insanlar. Elbette insanın ne zaman nerede başına neyin geleceği bilinmez, hatta mesela Avrupa’nın bir şehir merkezinde belki soyulma ihtimaliniz buradakiyle aynıdır…

Sonuç olarak bizim şu Kazakistanlı arkadaşa “Sakınılan göze çöp batar bacım” diyerek konuyu sonlandırmak istemiştim de İngilizceye çeviremedim bu atasözümüzü o an. Bu arada memleketten RTE ve oğlu arasında yeni telefon görüşmesi kayıtları çıkmış galiba, şimdi heyecanla bu haberleri okuyacağım. Madem atalar önemli, atasözlerini de seviyoruz, bugünkü yazıma da, memleket havadislerine de uyan bir atasözüyle bitirelim: Korkunun ecele faydası yok, değil mi ya? 

21 Şubat 2014 Cuma

"Belalı Cennet"e tam günlük yolculuk


Jamaika Karayipler’de bir ada ülkesi. Türkiye’den direk uçuş yok, İngiltere, Kanada, Amerika ya da Avrupa’dan Almanya aktarmalı gelinebiliyor. Yakın zamanda Belçika’dan da uçuşlar başlamış duyduğuma göre. Biz Frankfurt’a kadar Lufthansa ile Frankfurt’tan sonra Condor Havayolları ile geldik. Yolculuk öncesinde yetiştirilecek işlerin koşturmacasının üstüne iki buçuk yaşında kıpır kıpır bir çocukla bu uzun yolculuk katmerli bir yorgunluk etkisi yaptı. Serena küçükken dayıyordum memeyi, hem emme ve yutkunma hareketi özelikle iniş ve kalkışta basınç farkından kaynaklı kulak problemlerini engelliyordu hem de sonrasında bir güzel uyuyordu. Oysa bu sefer uyuduğu süre toplamda 4 saati zor buldu.
Aslında yolculuk iyi başlamıştı. Genelde havaalanlarında bir stres nedeni olur bende. Ya o saçma çıkış harcını ödemeyi unuturum, ya Serena tam uçağa binecekken altına öyle bir kaka yapar ki uçağı kaçırma telaşıyla kafasına kadar çıkan kakayı temizlemeye çalışırım ya da check-in de muhakkak fazla kilo problemi olur, açılır o bavullar, yedi düvelin ortasında başlar bizim bavul şov. Oysa bu sefer fazla valizimin parasını ödemeye hazır bir halde beklerken “Tamam geçin” demez mi görevli? Bende de bir saflık var ya ama kilo fazlası yok mu diye soracakken babamın beni dürtüp çekiştirmesi sonucu yırttık. Dedim şeytanın bacağını kırdık bu yolculuk iyi geçecek. Kontrol noktalarından geçerken bebek de olsa genelde ayrı ayrı geçiriyorlar ya, Serena’nın arıza anıdır o.  En sevmediği şey birisinin onu kucağına alması zorla ve de o üniformalı garip adam ve kadınlar alırlar onu zorla basar bizimki yaygarayı. Neyse artık yürüdüğü için kendisi yürüyerek geçti pek bir merakla, oh çektim. Bir de malına düşkün ya haspa, pusetinin o X-Ray cihazının içinde gözden kaybolup gitmesine sinir olur, bu sefer ona da ses çıkarmadı. Tamam dedim benim kahraman kızım büyümüş artık. Nerden bileyim arızayı benim 2,5 yaşındaki kızımın değil de 55 yaşındaki yan koltuk komşumuzun çıkaracağını. Evet her şey yan koltukta oturan agresif kadının Serena tuvalete gitmek isteyince söylenmesiyle başladı. Aslında 2 yaşından beri altını bağlamıyorum ama bu uzun yolculukta zorlanır belki diye altına bez koymuştum ama tutturdu tuvalete yapacağım, beze yapmayacağım diye. Yemek boşlarını daha toplamadıklarından dolayı geçişin zor olacağını düşündüğümden oyalamaya çalıştım ama kaçarı yok. Koridor tarafında oturan kadından özür dileyerek geçmek istedim ama kadında bir surat yok efendim o da 2 tane çocuk büyütmüş de 30 yıldır uçakla gidiyormuş da böyle şımarık çocuk görmemiş de söylendi durdu. Benim böyle beklenmedik sert çıkışlar karşısındaki nutku tutulma halim bir yandan, Serena’nın mızmızlanması öte yandan, zar zor attım kendimi tuvalete. Çıkışta hosteslere kısaca durumu özetleyip, sanırım yanımdaki bayan rahatsız oldu yerimi değiştirmek mümkün mü diye sordum. Uçak oldukça doluymuş zor olacağını ama bakıp bilgi vereceklerini söylediler. Yerime geçerken yine özür diledim ve isterse cam kenarına geçebileceğini böylece onu bir daha rahatsız etmeyeceğimizi belirttim. Yok ayağı ameliyatlıymış ille de koridor istermiş. Kusura bakmayın dedim, çocuk kaç saattir uyumadı, yorgun. Cevap: “Ben de 6 haftadır uyumadım, cenazeden geliyorum, siz ne saygısız insanlarsınız…” söylenmeye devam ediyor seninki. Kırık bir sesle “başınız sağolsun” derken aslında içimden “E be kadın haftalardır uyumadığın uykuyu 3 saatlik uçağa mı sakladın? Diyorum. Neyse hostesler gelip iki kişilik yer olmadığını söyleyince, o zaman belki hanımefendi tek kişilik yere geçmek ister dedim. “Yok efendim ben yerimi değiştirmem”lerle başlayıp makineli tüfek gibi hostese bizi şikayet etmeye koyuldu. Ben çaresiz, hostes benden çaresiz bakışıyoruz. Sanki koca bir pişmaniye kutusunu ağzıma tıkmışlar gibi ağzımı açamıyorum, sinirden sesim titriyor, gözlerim doluyor. Hani o çokça bu ülkede yaşadığımız haklı olduğunu bilip de bir halt yapamama duygusu sardı her bir yanımı. Kaçıp gitmek istiyorum da nereye kaçacağım, uçaktayım.  Neyse Serena’nın yavaş yavaş uyku çökünce bedenine kucağıma saldı kendini ve benim de artık sıkmaktan kamaşan gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. Olur ya toplu taşıma araçlarında avazı çıktığı kadar bağırır ağlar, yıkar ortalığı çocuklar, hani Serena’da da damarı tuttu mu var o potansiyel ama cancağızım sadece ilk 2 saat boyunca uyumadı ve biraz hareketliydi, konuştu, sorular sordu, arada koltukta ayağa kalkıp arkaya, öne baktı, oyuncaklarını yere düşürdü... vs. Hem ağlıyorum hem düşünüyorum, hazır cevap olamadığıma, kadının suratına lafı yapıştıramadığıma kızıyorum. Sonra bir ara bir baktım hostesler kucağıma çikolata bırakmışlar. Bu sefer iyice hıçkırmaya başladım, en sinir bozucu yanı da kadının hâlâ yanımda oturması… Hadi dedim Selen vardır bu yaşananların da bir nedeni, kabul et, yanındaki kadını da kabul et, hayatı tüm olumsuzluklarıyla beraber kabul et, belki sen de bir zaman birilerine haksız yere çıkışmışsındır sadece kendi pencerenden bakıp, bu kadar vicdansızca olmasa da bilmeden belki sen de yeterince anlayış göstermemişsindir birilerine… diye kendimle konuştum durdum yerden bilmem kaç bin feet havada…
Neyse bu manasız gerginlikle geçen ilk uçuş bitip de aktarma için Frankfurt Havaalanına gelince bizi bir başka sürpriz bekliyordu. Yolcuları uçaktan terminale taşıyan otobüsten inmek için hazırlanırken bir de baktık ki terminal kapısı açılmıyor. Sarı, gürbüz Alman görevliler bilumum düğmelere basıp uğraşıyorlar kapıyı açmaya, yok kapı bana mısın demiyor. Terminal kapısı açılmayınca, otobüsten de indirmiyorlar bizi, kaldık mı otobüste mahsur? Ne acayip, Fas’ta, Sri Lanka’da, Kamerun’da, Jamaika’da değil Avrupa’nın en büyük havaalanlarından birinde hem de üstün Alman teknolojisi kapıydı açılmayan. Otobüsteki Türkler “Yaa elleriyle zorlasalar ya kapıyı, belli ki düğmeler çalışmıyor” diye söylenirken ben de “Açıl susam açıl demeyi bilemedi bu Batı medeniyeti” diye düşünüyordum. Neyse başka terminal kapısından bizi sokmayı akıl ettiler de benim gibi başka uçağa yetişecekler rezil olmaktan kurtulduk. Bu arada terminale girince bir sonraki uçağa nereden gideceğimi öğrenmek için kafam havada elektronik panoya yanaşırken Serena’nın puseti o ucube kadına çarpmaz mı? Yuh dedim bu ne saçma karma? Hayır, kadının silahı olsa çekip vuracak artık beni, Jamaika derken öteki dünyada bulacağız kendimizi… Artık arkama bile bakmadan, koşar adım yürüdüm, korkunç bir kâbustan kaçar gibi.
Frankfurt havaalanında kontrolden geçerken görevliler Türkçe konuşuyor bize, Ana diyorum hâlâ Türkiye sınırını geçemedik herhalde. Daha sonra etrafta dünyanın dört bir dilinde konuşan insanlara bakıp “Neden burda Türkçe konuşuyorlar anne?” diye soruyor bizim akıllı bıdık. Serena’nın Jamaika’da da devam eden dil konusundaki soruları ve merakı işte o an başlamış meğer. Sonra ilk günlerden birinde şöyle bir diyalog geçti aramızda:
 -Sen babamla İngilizce konuşuyorsun ben Türkçe konuşuyorum.
- Ben bazen Fransızca bazen İngilizce konuşuyorum kızım.
-Ama ben sadece Türkçe konuşabiliyorum. Baba beni biraz anlıyor...




Frankfurt’tan Montego Bay’e 11 saat süren uçuş 1-2 saatlik bir uyku dışında Serena’nın cin gibi oluşu karşısında benim azalan enerjim ve her ne zaman hostesler servise çıksa bizimkinin çişinin gelmesi haricinde olaysız geçti diyebilirim. Tabi Serena’nın tam yine yemek servisi sırasında çişim geldi diyip de tuvalete gidince hiçbir şey yapmaması sonucu kendimi kaybedip bağırmamı saymazsak. Yorgunluk ve stres gibi faktörlerden kaynaklı, genellikle de başkalarına kızıp sinirinin çocuğun bir hareketine patlamasını yaşayan ebeveynlere tek söyleyeceğim şey: Yapmayın! Ona kadar, 40’a kadar 1000’e kadar sayın içinizden de yapmayın. Serena Jamaika’ya vardıktan sonra bile ama sen bana uçakta bağırdın diye hatırlatıp durdu beni yerin dibine soka soka.  Son pişmanlık fayda etmiyor.
İkinci uçak yolculuğunun benim için en heyecan verici yanı ise ekrandan uçağın Küba üstünden uçuşunu takip etmek oldu, bu kadar yakına gelmişken bir gün burayı da ziyaret etme hayalleri kurarak.
Neyse sağ salim Montego Bay havaalanına vardık, terminale girince köşede bir müzik grubu karşılıyor yolcuları, biraz ilerledikten sonra uçakta doldurulması gereken formları kontrol ediyorlar. Bana uçakta çocuk için doldurmaya gerek yok demişlerdi ama meğer Serena için de doldurmam gerekirmiş, ben bir taraftan pasaport kontrol kuyruğuna bakıp bir taraftan da 11 saatlik yolculuk boyunca doldurtsaydınız ya diye uff puf edince görevli kadın doldurun sonra bana gelin dedi. Neyse ki sanırım çocukla yalnızım diye beni hızlı geçişten aldı böylelikle parmak arası terlikleri ve şortlarıyla daha havaalanında tatil moduna girmiş yüzlerce Avrupalı ve Amerikalı turistle beraber o bitmek bilmeyecek sırayı beklemek zorunda kalmadım.  Şu anda Jamaika’nın en çok turist çektiği dönem yani kasırga ve yağmur ihtimalinin en düşük olduğu Aralık ve Nisan ayları arasındaki kış mevsimi (kış dediysek ortalama sıcaklık 27-29 derece). Bu nedenle etraf uçağın tuvaletlerinde üstlerini değiştirip kışlık kıyafetlerini çantalarına tıkmış, ayaklarına parmak arası terlikleri geçirmiş turist kaynıyor.
Benim rahatlayıp bir oh çekmeme gelince meğer kısa sürecekmiş bilmiyordum. Jamaika ülkeye gelenlerin muhakkak dönüş biletlerini görmek istiyor, hem uçağa binerken hem de ülkeye gelince kontrol ediyorlar. Bizim dönüş biletlerinin tarihi, İstanbul’daki Fahri Jamaika Konsolosluğu’ndan aldığımız 3 aylık vizenin tarihini geçtiği için sıkıntı çıkardılar.  Normalde Türk vatandaşları 90 güne kadar turistik amaçlı gelip kalabiliyorlar vizesiz. Ama bizim oturma izni almak üzere farklı bir vizemiz vardı ve zaten bu vizeyi almak için bir dünya belgeyi Fahri Konsolosluğa sunmuştuk, onlar bağlı bulundukları İsviçre’deki Jamaika Konsolosluğu aracılığıyla Jamaika’nın ilgili makamından onay almışlardı, bu belgelerin içinde Jérôme’un çalışma izni de vardı. Görevli bu belgeyi sordu ben de yanımda olmadığını ama zaten bu belge ile vize aldığımı anlatmaya çalıştım, bu belge nerede diye takılmış plak gibi sorunca, bavulumda galiba dedim. Bunun üzerine beni ve Serena’yı ciddi suratlı kocaman bir adam eşliğinde bir odaya götürdüler, adam bavulunuzda bu belgeyi bulmanıza izin vereceğiz, ama eğer bu belgeyi bize sunamazsanız geldiğiniz uçakla sizi geri göndermek zorundayım dedi, dünyanın en sakin ve nazik tavrıyla. Ben ağlamayla şarlama arasında kararsız, ama’larla başlayan cümleler kurup ben 24 saattir uyumamış bir çocukla yolculuk ediyorum, bakın bu belge olmasaydı zaten ben bu vizeyi alamazdım, hem kimse bana bu belgeyi yanımda bulundurmam gerektiğini söylemedi, o zaman izin verin eşimi arayayım falan demeye çalıştım ama nafile “burası telefona izin verilmeyen bölge, şimdi sakinleşmek için 3 dakikanız var, isterseniz 48 saat yolculuk etmiş oldun, beyanınızın tersini ispatlarsak sınırdışı edileceksiniz, lütfen düşünün ve o belgenin nerde olduğunu hatırlayın” dedi istifini bozmayan tavrıyla. Durdum derin bir nefes aldım ve e-mailimde var dedim. Bu sefer bilgisayarın olduğu başka bir ofise geçtik, eşim bizi merak ediyordur bir telefon açsaydım bari lafımın üzerine numarasını istedi, bir yandan yahoo başka bir ülke ve bilgisayardan girdiğim için benden bilumum onay kodları isterken ve ben telaştan bunları yanlış yanlış girerken. Meğer adam içeri gidip Jérôme’u aramış aynı sakin ses tonuyla durumu anlatmış ve merak etmemesini söylemiş. Neyse sonuç olarak belgenin çıktısını alıp kocaman adımlarla tekrar pasaport kontrol noktasına yürümeye başladı bizim işinin erbabı görevli. Bu esnada aylardır babaya giderken valizimi alacağım diyen Serena elinden o küçük pembe çekçekli çantasını bırakmadan ciddi bir şeylerin döndüğünü anlamış, merakla ve yolculuktan aptallaşmış gözlerle seyrediyordu olan biteni. Adamı gözden kaybetmemek için hadi Serena ver bavulunu, gel kucağıma, yetişemiyoruz, diye onu çekiştire çekiştire, bağıra çağıra aldık damgamızı, bavullarımıza ve kısa bir süre sonra da Jérôme’a kavuştuk. Havaalanının dışına çıkıp da başımıza gelenleri anlatmaya başlar başlamaz benim sinirler boşaldı ve Serena da benim ağladığımı görüp, ağlama anne diye diye o da ağladı. İşte bizim çekirdek aile sulu gözlerle kavuştu birbirine, bu sefer “belalı cennet” denilen Jamaika’da…
Daha sonra benzer şekilde havaalanında sıkıntı yaşayan Fransa’dan gelen bir çift, “burada beyazlara karşı ırkçılık uyguluyorlar” diye uç bir yorumda bulundu. Doğrusu ben pek öyle düşünmedim, bence daha çok işlerini ciddiye alıyorlar ve bu dünyanın birçok ülkesine ellerini sallaya sallaya sadece nüfus cüzdanları ile gitmeye alışmış ayrıcalıklı Avrupalılara biraz sert gelmiş olabilir…
Arabaya bindikten beş dakika sonra yağmaya başlayan yağmur, arkası açık arabada ıslanmaktan son dakikada kurtardığımız bavullarımız ve radyodan çalan reggae eşliğinde bir buçuk yılımızı geçireceğimiz yeni evimizle tanışmak üzere yola koyulduk.


19 Şubat 2014 Çarşamba

Yeni bir başlangıç



Bir yılı aşkın bir süredir yazmamışım bloga, günlük değil yıllık olmuş benimkisi… Biz göçmeyince günlük de kalmış mahsun. Kısa bir Fransa yolculuğu ve Türkiye içinde bir iki başka yer dışında aslen İstanbul’a çakılı kaldık bir süre. İyi de oldu. Aradan koca bir Haziran Direnişi geçti, kulağımızın pası silindi,  ruhumuz yenilendi, dimağımız renklendi, umutlarımız canlandı…

Şu anda Jamaika’nın başkent Kingston’dan sonra ikinci büyük şehri olan Montego Bay’deyiz. Yolculuk ve burada geçirdiğim on gün hakkında yazmadan önce blogun ismini değiştirme hikâyemden bahsedeyim. Kızım Serena doğduktan sonraki özellikle 2 yıl hayatımın merkezinde o oldu,  hem böyle istediğim için hem de koşullar bunu gerektirdiği için. Sürekli mekân değiştirdiğimizden benim sabit bir işte çalışmam mümkün değildi, bunu biraz da bu yepyeni ve merakla beklediğim deneyimi doya doya yaşamak için bir fırsat gibi de gördüm, bakıcı alternatifini hiç gündemime almadım. Bilinçaltımda bir yerlerde anne ile büyüyen çocuklar daha sağlıklı daha bir "şey" olurlarmış gibi de bir zihin kaydım varmış galiba. Neyse sonuçta 20 ay boyunca beni emen, memede uyumaya alıştığından uyku saatlerinde muhakkak yanında olmam gereken, yanındaki kişiler, mekân ve bir sürü başka şey sıkça değiştiğinden etrafında tek değişmez beni bulduğundan biraz anne düşkünü, oldukça hareketli ve talepkâr Serena'yla geçen iki buçuk yıl…  Benzer bir süreç yaşayanlar neden bahsettiğimi iyi anlayacaktır, dünyanın en güzel varlığı an gelir neredeyse bir canavara dönüşür gözünüzde… Neyse ki bu bir “an”dır sadece ve bir şekilde geçer gider…  Benim imdadıma evimizin yakınındaki Feneryolu Irmak Anaokulu’nda önce oyun grubu olarak 3 saatle başlayan sonra benim yeniden başlayan doktora maceram ve Gezi Haziran’ındaki koşturmacalı günlerde tam güne çıkan anaokulu günleri yetişti. Fazla da araştırmadan eve çok yakın olması  ve içeri girer girmez beni de kuşatan o sıcaklık nedeniyle sezgisel olarak seçtiğim bu anaokuluna hep severek hatta çoğunlukla dönüp arkasına bile bakmadan koşa koşa gitti Serena (ta ki rotamız Jamaika’ya çevrilene dek). Bu sayede biraz dinlenmeye, sosyalleşmeye ve kendimi yeniden üretmeye vakit bulabilir oldum. Yıllar önce bıraktığım doktora çalışmasına doğumdan kısa bir süre önce çıkan afla yeniden geri dönmüştüm ve kayıt için girmem gereken İngilizce sınavı hayatımın en keyifli sınavıydı diyebilirim. Serena’yı belki de ilk kez bu kadar uzun süre anneme bırakıp yeniden üniversite sıralarında oturmak, direktifleri dinleyip o saçma sınav kompozisyonlarından yazmak bu kadar mı iyi gelirmiş insana?

Evet, her annenin ve her çocuğun bir yerlerde bir şekilde bağımlılıklarını bitirecekleri bir an gelir, ister iki, ister otuz iki yaşında. Bunun için sanırım başta annenin annelik kimliğini nasıl yaşadığıyla yüzleşmesi gerekiyordur…

Sonra yola çıkmadan kısa bir süre önce ablamın kitaplığından valize atıverdiğim Eckhart Tolle’nin Var Olmanın Gücü kitabını Jamaika’daki ilk günlerden birinde karıştırırken “Ebeveynlik Rol mü Fonksiyon Mu?” bölümü gözüme takıldı:

“Ama ebeveyn olmak bir kimlik haline geldiğinde, bütün benlik duygunuzun ondan kaynaklandığını hissettiğinizde, fonksiyon hemen aşırı vurgulanır, abartılır, sizi kontrol altına alır. Çocuklara ihtiyaçları olan şeyi vermek, aşırı hale gelir ve onu şımartır; tehlike altında kalmalarını engellemek aşırı koruyuculuğa dönüşür ve dünyayı keşfetme, kendi başlarına bir şeyleri deneme ihtiyaçlarını bastırır… Kendini ebeveynlik rolüyle tanımlayan bir anne ya da baba, çocukları sayesinde kendilerini daha bütün hissetmeye de çalışabilirler. Egonun kendi eksikliğini kapamak için başkalarını kullanma taktiği, bu kez de çocuklara yönelir…”

Tolle’nin aslında çok basit ve anne olmadan önce hakkında oturup ahkâm kesebileceğim bu cümleleri bir anda bende bir şimşek çaktırdı, blog ismi olarak göçebe annenin günlüğü aslında
sınırlayıcıydı, beni, deneyimlerimi, kimliğimi… Yani günlük, sadece göçebe günlük bundan sonra…


Keyifli okumalar…

14 Aralık 2012 Cuma

Ray Charles'ın annesinden “annelik” dersi...


Genelde pek televizyon izlemiyoruz, zaten burdaki televizyon da biraz karlı gösteriyor. Ama dün akşam bir Fransız kanalında Ray Charles'ın hayatını anlatan bir filme denk geldik. Ray Charles'ın, film gösterime girmeden birkaç ay önce hayata gözlerini kapadığı 2004 yılı yapımı bu Taylor Hackford filmindeki başarılı oyunculuğuyla Jamie Foxx da en iyi oyuncu Oskar'ını layıkıyla hak etmiş. Aslında bu filmi bölük pörçük izlemişim eskiden demek ki kimi sahnelerini hatırlıyordum ama şöyle baştan sona izlemek pek bir iyi geldi ne zamandır sonunu getirebildiğim film sayısı az olan bana.
Şimdi oturup filmi anlatmayacağım, zaten izleyen izlemiştir, izlemeyen de bence ilgileniyorsa izlesin. Hem müzik tarihi açısından hem Amerika'da siyahilerin tarihi açısından da ilginç bir film. benim asıl bahsetmek istediğim ise, Ray Charles'ın o müthiş annesinin “annelik” ya da “ebeveynlik” hakkında bana hatırlattıkları. Ray yedi yaşındayken geri kalan yaşamı boyunca onu bir hayalet gibi takip eden kardeşinin kaynar su leğenine düşerek ölmesi karşısında hiçbir şey yapamamış olmanın verdiği suçluluk duygusunu yaşarken, yavaş yavaş da görme duyusunu kaybetmeye başlamıştır. Son derece basiretli ve erdemli bir kadın olan annesi onu bu yeni “karanlık” hayatına alıştırması gerektiğini hisseder. Bir gün Ray'in ayağı takılıp yere düştüğünde gidip o küçük bedeni yerden kaldırmak yerine bir köşede sesizce durup onun tek başına ayağa kalkmasını, diğer duyularını kullanarak tehlikelere rağmen yolunu bulmaya çalışmasını sadece izler. Evet, bir tarafta ocakta kaynayan su, öteki tarafta ateş olmasına rağmen bir annenin (hem de daha önce bir diğer çocuğunun kaynar suda boğularak ölümünü yaşamış bir annenin) yüreği hop oturup hop kalksa da müdahale etmeden sadece izlemeyi becerebilmesi çok zorlu bir sınav. Bunu anne olunca anladım.
Ama o çocuk, hayatı boyunca kendi ayakları üstünde durmayı becerebilmiş bir müzik dehası Ray Charles olduysa bunu o bilge kadına borçludur büyük oranda. Oğluna evin yolunu, basamakları öğretirken, “bunu iki kez göstereceğim, üçüncüde kendin yapacaksın” der, “hayat da böyledir” diye de ekler. İşte bir ebeveynin de yapabileceği çocuğunu üçüncü bir şansın çoğu zaman olmadığı bu hayata hazırlayabilmek sadece. Ama çoğu zaman onların ihtiyaçlarını gidermek, en iyi maddi imkanları verebilmek, iyi ve pahalı okullarda okutabilmek... gailesiyle debelenip dururken asıl yapmamız gerekenin onlar adına herşeyi yapmak değil de zamanı ve yeri geldiğinde kendi kararlarını verebilen, özgür ve bağımsız bireyler olabilmelerinin önünü açmak olduğunu unutabiliyoruz. Hem de bu “zamanın” ve “yerin” nasıl ve ne zaman geleceğini de bilemeden. Ray için olduğu gibi çok erken yaşta ve çok zorlu bir şekilde de gelebilir bu...
Peki nasıl bir insan bir diğerine kendi ayakları üstünde durmayı öğretebilir? Asıl mesele de bu zaten... Sanırım bu sorunun yanıtı “önce kendinden”... Örneğin Ray'in annesi hakkının yenildiği yerden dimdik yürüyüp gidebilmeyi, emeğini sömürtmemeyi, kimseye biat etmeden bağımsız durabilmeyi, kendi etiyle canıyla kendi yaşamından göstermiştir oğluna... 
Yani kendi olmadığımız şeyi çocuklardan olmalarını istemeden önce kendimiz öyle olarak... ve elbette sürekli iç sesimizi dinleyerek...
Bana okuduğum birçok kitaptan çok daha faydalı bu dersi veren Ray Charles'ın annesi Aretha Robinson'a saygılar...

Fotoğraf kaynağı: http://raycharlesvideomuseum.blogspot.com/2012_04_01_archive.html