çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2014 Pazartesi

Bizim Kızın Korkuları

En son blog yazımı korkunun ecele faydası yok diyerek bitirmiştim. Ülkenin boşbakanları, partileri, kendi “adamları”, sülaleleri ile büyük bir kepazelik batağının içindeyken, onuruna, vicdanına sahip çıkan insanlar sokaklara çıktığında uygulanan şiddet bile göstermeye yetiyor koltuk korkusunun iyice popo korkusuna döndüğünü. Uzakta olunca insan bambaşka bir ruh halinde oluyor, bir yandan olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmeye çalışırken bir yandan da sokaklardaki tanıdık tanımadık gençlere, yaşlılara, o insanlardan birinin kılına zarar gelecek diye yüreği hop oturup hop kalkıyor saçma bir çaresizlik halinde.
Milyon Avroları nereye saklayacaklarının kaygısıyla yanıp tutuşan tatsız ucubeleri kendi korkularıyla baş başa bırakıp, bizim tatlı cadının korkularından dem vuracağım biraz. Evet, en çok korkusu olanlar kaybedecek en çok şeyi olanlar, belki de bu yüzden bebeklerin başta korkuları olmuyor. Bir kere daha sahiplik duyguları yok ki.  Serena da belki diğer birçok bebek gibi oldukça uzun süre hiçbir şeyden korkmadan aslanlar gibi yaşadı durdu, ha hayatında sürekli ayrılıklar ve mekân değişiklikleri olan bir çocuk olduğundan belki, özellikle anneden ayrılma sendromlarını korkudan saymıyorum, bunlar daha içgüdüsel şeyler kanımca. Artık hamurundan mıdır, yoksa benim biraz da bilerek koşma, atlama, zıplama, düşersin, elin kirlenir, bir yerin acır gibi müdahaleleri ayarında tutmaya çalışmamdan mıdır bilinmez, gözü karalıklarıyla etrafa ün saldı bizim kız. Hiç korkusu olmadı mı oldu, oluyor. Acayiptir Serena’nın 2 yaşına doğru en büyük korkusu korsanlardı. Önceki hayatından falan getirdiği başka bir karması yoksa eğer muhtemelen bir dönem her gece okumamı istediği Peter Pan kitabındaki Kızılderili prensesini kaçıran kötü korsanlar yüzünden, Serena’nın bir ara özellikle akşamları karanlık bir yerden korsanlar çıkacak takıntısı vardı. Önce bir “yok kızım korsan morsan, onlar sadece kitaplarda var” diyecek oldum, sonra aslında bunun korkusunu yenmekten öte, hayal gücüne zarar verebileceğini düşünüp vazgeçtim.  Neyse ki bir gün Özge’lerde kuzeni Çınar’la izledikleri sevimli ve komik korsanların olduğu bir çizgi film ve bu esnada Özge’nin bulup getirdiği bilumum eşarpları gözümüze, kafamıza bağlayıp maaile oynamaya başladığımız eğlenceli korsancılık oyununun da etkisiyle bu korsan-fobi biraz azaldı. Tabi bunda benim Peter Pan kitabını bir süre pek görünmez bir yerde tutup başka kitapları öne çıkarmamın da etkisi oldu.  
Bir de koku alma duygusunun yanı sıra kulakları da hassas olan Serena özellikle kaynağını anlayamadığı seslerden pek haz etmez, hele de karanlıkla birleşince üst kat komşularının çektikleri bir sandalye sesi ya da sokaktan gelen alışkın olmadığı bir ses korku filmi etkisi yapmaya yeter de artar. Sanırım Sri Lanka dönüşüydü, aslında önceden rahatsız olmadığı ama aradan geçen aylarda unuttuğu ezan sesinden bayağı korkar olmuştu. Son zamanlarda Feneryolu semtinin tek yeşil alanı olan fidanlığın bulunduğu araziyi de içine alan büyük bir külliye inşaatı projesi ile gündeme gelen Tuğlacıbaşı Camii annemin evinin arka sokağında ve maşallah hatırı sayılır derecede açıyorlar hoparlörlerin sesini ezan vakti.  Döndükten sonra bir süre Serena uyuyorsa uyanıyor, uyanıksa bir yerlere saklanmak falan istiyordu.  Annem “amca şarkı söylüyor amca şarkı söylüyor” diye diye alıştırdık sonunda. Evet, alışıyor insan ya her şeye alışıyor. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum bu mevzu gündeme gelince. O zamanlar bu kadar yüksek olmazdı ezanın sesi ve bu kadar çok da cami yoktu her köşe başında. O yüzden o zamanlar oturduğumuz Ortabahar Sokak’taki evimizden ezan sesi duymaya alışık değildik sanırım. Ama aile dostlarımız İlhan Ağabeylerin evine gidip de artık her nedense orada uyuduğumuz gece(ler) onların yakınındaki camiden gelen sabah ezanıyla irkildiğimi, hüzünle korku karışımı bir duyguya kapıldığımı hatırlarım ve hâlâ da sabah ezanları bir acıklı gelir bana. Oysa ne çok severdim Tankut ve Heval’le oynamayı. Zaten o zamanlar en ilginç şeylerden biriydi ev gezmelerine gitmek, telefon da yok, hayat sürprizlerle dolu, uğrarsın bakarsın, evde yoklarsa not bırakırsın, yakın dostlarsa ve benimki gibi kimilerince patavatsızlık olarak algılanabilecek seviyede espriyi seven bir babanız varsa, “geldik evde yoksunuz, siz ne biçim b.ksunuz” falan gibi notlar.  Evdeyseler başlardı bir şenlik, etrafta televizyon dahil hiçbir teknoloji aygıtı olmadan eğlenirdi büyükler ve dolayısıyla biz, bir şamata, etrafta kahkaha sesleri, tabi arada bol dumanlı ve kasvetli solcu toplantılarında sıkılıp, uyuyacak köşe aradığımı da hatırlarım…
Bizim çocuklar kendi çocukluklarını ilerde nasıl hatırlayacaklar bilinmez ama ben konuyu korkulardan nostaljiye bağlamışken hadi geri dönelim Serena’nın korkularına.  Jamaika’ya geleli beri ara sıra nükseden korsan muhabbeti (Karayipler de tam yeri değil mi ki?) ile üst kattaki 3 çocuklu Kolombiyalı aileden gelen sesler tipik korkular arasında. Her ne kadar ikisi erkek olmak üzere 3 çocuklu bir aile için oldukça az gürültülü olsalar da yukarda bir şey çıt etse, “bir ses duydum, anne” diyip yanıma geliyor, “yok kızım bir şey, üst katta Lauralar var ya, oynuyorlar herhalde, oyuncak yere düştü, sandalye çektiler…vs ” diye naklen yayındayız (evin en küçüğü Laura aynı zamanda Serena’nın sınıf arkadaşı).
Doğduğundan beri banyoyu seven çocuk burada bir de duş korkusu yaşadı ilk haftalarda. Bu evde banyoda duvara sabit bir parçadan geliyor su, artık o tepedeki armatürü kendi hayal aleminde neye benzettiyse hiç yıldızı barışmadı onunla, feryat figan banyo yapar oldu. Neyse alıştığı gibi hortumlu bir duş ahizesi bulup da takana kadar eski usul tas niyetine mutfaktan bulduğum plastik vazo gibi bir şeyle idare ettik bir süre.

Hint Okyanusu'nda plastik küvet keyfi 
Bir diğer korku hikâyemiz de geldiğimizin ertesi günü yerleşme çalışmalarına biraz ara verip havuzla tanışmamız sırasında oldu. Türkiye’den yanımda getirdiğim emektar kolluklardan biri Serena suya girdikten 5 dakika sonra yırtılınca boyunu geçen yerde kızcağız dengesini bulamayıp biraz korkulu anlar yaşadı. Üstüne üstlük bu Serena’nın suyla ilk korkulu imtihanı da değildi. Aslında doğduğundan itibaren suyu, yıkanmayı sevmesine rağmen ilk deniz deneyimini Hint Okyanusu’nda yaşayınca bir süre direnmişti. Sri Lanka’ya vardığımızda 10 aylık yoktu, ya o uçsuz bucaksız suyun kendisi, ya da bizim için küçük ama ona göre kim bilir ne kadar büyük dalgalar tedirgin etmişti, içine girmek istememişti bir türlü suyun.  Bir taraftan da zaten beyaz ve dolayısıyla hassas teninde ilk günden nem ve sıcaktan dolayı isilikler çıkmaya başlamıştı. Deniz suyunun iyi geleceğine inandığımdan çözümü derhal bir plastik banyo küveti alıp plajda küveti deniz suyla doldurmakta bulduk. Gündüzleri deniz suyu akşamları da yerli halkın tavsiyesi üzerine ayurvedik bir takım bitkilerle banyo yaptırıp durduk. (Sonunda geçti mi isilikler derseniz geçmedi, isilik ve bilumum alerjilerle mücadelenin detaylarını başka bir yazıya bırakıyorum).

Derken yavaş yavaş Serena denize, okyanusa alışmıştı ki, aylar sonra bir gün Trincomali’de kucağımda Serena bir arkadaşla denize girerken hiç beklenmedik bir anda öyle sert bir şekilde çarptı ki dalga, yanımdaki arkadaş da ben de kendimizi suyun içinde bulduk. İşte o an hayatımın en korkunç anlarından birini yaşadığımı itiraf etmeliyim çünkü suyun içinde bir saniye de olsa Serena’nın artık elimde olmadığını fark etmiştim, nasıl elimden kaydı düştü, sonra ben o dalgaların içinde nasıl tekrar onu bulup çıkardım, o süre kaç saniyeydi, yoksa koca bir ömür mü geçti hiç bilmiyorum.  Muhtemel ki bu olayın da etkisiyle bizimki hâlâ pek sevmez dalgalı suları. Hatta geçen yaz Sri Lanka’dan döndükten aylar sonra yeniden denizle karşılaştığında girmek istememişti ve birkaç gün sonuçsuzca onu girmeye ikna etmeye çalışıp sonunda pes etmiştim.  Birkaç gün sonra küçük çocuk havuzunda oynarken ben de bir köşede hem kitabımı okuyor hem de göz ucuyla ona bakıyordum, ne göreyim, bizimki kolluk denen mucizevi aletin de yardımıyla kendi kendine yüzüyor. Bir süre öyle takıldıktan sonra bir baktım çıkmış küçük havuzdan büyüklerin havuzunun merdivenlerinden iniyor daha 2 yaşına yeni basmış velet. Artık havuzda boyunu geçen yerlerde iyice ustalaştıktan bir süre sonra da korkusuzca denizde yüzmeye başlamıştı. Hatta tekne gezisinde tekneden kıyıya kadar büyüklerle bir yüzmüştü bizim küçük ördek. Korkusunu kendi kendine yenmişti, kendi zamanında, kendi ritmiyle…

Kolluklar yırtılmadan kısa bir süre önce

Bu sene burada da kolluk yırtılması badiresinden sonra benzer bir süreç yaşıyoruz. Jamaika malum bir ada ve birçok şey ithal geliyor (özellikle halkın ortalama geliri düşünüldüğünde oldukça da pahalı), gelenler de bitince bekle ki gelsin. Civarda zaten iki üç büyük market var, hiçbirinde Serena’ya uygun küçük kolluk bulamayınca sağlamca bir bantla yapıştırarak idare etmeye çalışıyoruz. Bizimkinde zaten kolluklara güven kalmamış, ben de sanki malımı bilmezmiş gibi yine bir iki denedim bak bir şey olmayacak diyerek ikna etmeye çalıştım ama yok Nuh diyor peygamber demiyor da havuzda kendini sağlama alıp ayaklarının değdiği merdiven bölgesinden bir adım ileri gitmiyor. Başkalarının laflarına pek ehemmiyet veren biri olarak bu kızın menşei konusunda şüphe etmiyor değilim bazen. Kimi zaman şaşkınlıkla kimi zaman çileden çıkarak, biraz gıpta ile seyrediyorum onun bu net ve kararlı halini. Bu yaşta bütün çocuklar mı böyledir bizim mamul mü böyle çıktı artık bilmiyorum ama bir insan evladı bu kadar mı bilir ne istediğini, bu yüzden Serena’yı bir şeye ikna etmek ya da kandırmak yerine deveye hendek atlatmayı tercih edebilirim bir gün çöle düşersem. Neyse yüzme konusunda bu sefer de yine kendi zamanını kendisi ayarladı ve geçen gün evin yakınındaki aslında girişin paralı olduğu ama bu civarda oturanlara (tabi büyük yolcu gemilerinin geldi günler haricinde) ücretsiz giriş kıyağı yapan Seawind Club’daki çocuk havuzunda saatlerce oynadıktan sonra bir baktım denize girmeye direnen çocuk kendi kendine denizde ilerleyip suya atmış kendini kolluklarla beraber. Hâlâ büyük havuza girmiyor ve denizde açıklara gitmek istemiyor ama olsun yine de takdir ettim kendisini. 2,5 yaşındaki Serena’dan çok daha büyük, belki altı, belki sekiz yaşlarında denizle kumun birleştiği balçıkta o zamanki mantar simitler belimde yüzme similasyonu yapan kendi halimi hatırladıkça …
Ee… malumunuz “Şimdiki Çocuklar Harika”!  
Her şeyin kendi zamanında güzel olduğunu bize hatırlatan Can Yücel’in dizeleri de bu yazının şiiri olsun o zaman, keyifle anarak…

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon’da Hasan Ağabey’ in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…..


Can YÜCEL