Sri Lanka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sri Lanka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2014 Pazartesi

Bizim Kızın Korkuları

En son blog yazımı korkunun ecele faydası yok diyerek bitirmiştim. Ülkenin boşbakanları, partileri, kendi “adamları”, sülaleleri ile büyük bir kepazelik batağının içindeyken, onuruna, vicdanına sahip çıkan insanlar sokaklara çıktığında uygulanan şiddet bile göstermeye yetiyor koltuk korkusunun iyice popo korkusuna döndüğünü. Uzakta olunca insan bambaşka bir ruh halinde oluyor, bir yandan olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmeye çalışırken bir yandan da sokaklardaki tanıdık tanımadık gençlere, yaşlılara, o insanlardan birinin kılına zarar gelecek diye yüreği hop oturup hop kalkıyor saçma bir çaresizlik halinde.
Milyon Avroları nereye saklayacaklarının kaygısıyla yanıp tutuşan tatsız ucubeleri kendi korkularıyla baş başa bırakıp, bizim tatlı cadının korkularından dem vuracağım biraz. Evet, en çok korkusu olanlar kaybedecek en çok şeyi olanlar, belki de bu yüzden bebeklerin başta korkuları olmuyor. Bir kere daha sahiplik duyguları yok ki.  Serena da belki diğer birçok bebek gibi oldukça uzun süre hiçbir şeyden korkmadan aslanlar gibi yaşadı durdu, ha hayatında sürekli ayrılıklar ve mekân değişiklikleri olan bir çocuk olduğundan belki, özellikle anneden ayrılma sendromlarını korkudan saymıyorum, bunlar daha içgüdüsel şeyler kanımca. Artık hamurundan mıdır, yoksa benim biraz da bilerek koşma, atlama, zıplama, düşersin, elin kirlenir, bir yerin acır gibi müdahaleleri ayarında tutmaya çalışmamdan mıdır bilinmez, gözü karalıklarıyla etrafa ün saldı bizim kız. Hiç korkusu olmadı mı oldu, oluyor. Acayiptir Serena’nın 2 yaşına doğru en büyük korkusu korsanlardı. Önceki hayatından falan getirdiği başka bir karması yoksa eğer muhtemelen bir dönem her gece okumamı istediği Peter Pan kitabındaki Kızılderili prensesini kaçıran kötü korsanlar yüzünden, Serena’nın bir ara özellikle akşamları karanlık bir yerden korsanlar çıkacak takıntısı vardı. Önce bir “yok kızım korsan morsan, onlar sadece kitaplarda var” diyecek oldum, sonra aslında bunun korkusunu yenmekten öte, hayal gücüne zarar verebileceğini düşünüp vazgeçtim.  Neyse ki bir gün Özge’lerde kuzeni Çınar’la izledikleri sevimli ve komik korsanların olduğu bir çizgi film ve bu esnada Özge’nin bulup getirdiği bilumum eşarpları gözümüze, kafamıza bağlayıp maaile oynamaya başladığımız eğlenceli korsancılık oyununun da etkisiyle bu korsan-fobi biraz azaldı. Tabi bunda benim Peter Pan kitabını bir süre pek görünmez bir yerde tutup başka kitapları öne çıkarmamın da etkisi oldu.  
Bir de koku alma duygusunun yanı sıra kulakları da hassas olan Serena özellikle kaynağını anlayamadığı seslerden pek haz etmez, hele de karanlıkla birleşince üst kat komşularının çektikleri bir sandalye sesi ya da sokaktan gelen alışkın olmadığı bir ses korku filmi etkisi yapmaya yeter de artar. Sanırım Sri Lanka dönüşüydü, aslında önceden rahatsız olmadığı ama aradan geçen aylarda unuttuğu ezan sesinden bayağı korkar olmuştu. Son zamanlarda Feneryolu semtinin tek yeşil alanı olan fidanlığın bulunduğu araziyi de içine alan büyük bir külliye inşaatı projesi ile gündeme gelen Tuğlacıbaşı Camii annemin evinin arka sokağında ve maşallah hatırı sayılır derecede açıyorlar hoparlörlerin sesini ezan vakti.  Döndükten sonra bir süre Serena uyuyorsa uyanıyor, uyanıksa bir yerlere saklanmak falan istiyordu.  Annem “amca şarkı söylüyor amca şarkı söylüyor” diye diye alıştırdık sonunda. Evet, alışıyor insan ya her şeye alışıyor. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum bu mevzu gündeme gelince. O zamanlar bu kadar yüksek olmazdı ezanın sesi ve bu kadar çok da cami yoktu her köşe başında. O yüzden o zamanlar oturduğumuz Ortabahar Sokak’taki evimizden ezan sesi duymaya alışık değildik sanırım. Ama aile dostlarımız İlhan Ağabeylerin evine gidip de artık her nedense orada uyuduğumuz gece(ler) onların yakınındaki camiden gelen sabah ezanıyla irkildiğimi, hüzünle korku karışımı bir duyguya kapıldığımı hatırlarım ve hâlâ da sabah ezanları bir acıklı gelir bana. Oysa ne çok severdim Tankut ve Heval’le oynamayı. Zaten o zamanlar en ilginç şeylerden biriydi ev gezmelerine gitmek, telefon da yok, hayat sürprizlerle dolu, uğrarsın bakarsın, evde yoklarsa not bırakırsın, yakın dostlarsa ve benimki gibi kimilerince patavatsızlık olarak algılanabilecek seviyede espriyi seven bir babanız varsa, “geldik evde yoksunuz, siz ne biçim b.ksunuz” falan gibi notlar.  Evdeyseler başlardı bir şenlik, etrafta televizyon dahil hiçbir teknoloji aygıtı olmadan eğlenirdi büyükler ve dolayısıyla biz, bir şamata, etrafta kahkaha sesleri, tabi arada bol dumanlı ve kasvetli solcu toplantılarında sıkılıp, uyuyacak köşe aradığımı da hatırlarım…
Bizim çocuklar kendi çocukluklarını ilerde nasıl hatırlayacaklar bilinmez ama ben konuyu korkulardan nostaljiye bağlamışken hadi geri dönelim Serena’nın korkularına.  Jamaika’ya geleli beri ara sıra nükseden korsan muhabbeti (Karayipler de tam yeri değil mi ki?) ile üst kattaki 3 çocuklu Kolombiyalı aileden gelen sesler tipik korkular arasında. Her ne kadar ikisi erkek olmak üzere 3 çocuklu bir aile için oldukça az gürültülü olsalar da yukarda bir şey çıt etse, “bir ses duydum, anne” diyip yanıma geliyor, “yok kızım bir şey, üst katta Lauralar var ya, oynuyorlar herhalde, oyuncak yere düştü, sandalye çektiler…vs ” diye naklen yayındayız (evin en küçüğü Laura aynı zamanda Serena’nın sınıf arkadaşı).
Doğduğundan beri banyoyu seven çocuk burada bir de duş korkusu yaşadı ilk haftalarda. Bu evde banyoda duvara sabit bir parçadan geliyor su, artık o tepedeki armatürü kendi hayal aleminde neye benzettiyse hiç yıldızı barışmadı onunla, feryat figan banyo yapar oldu. Neyse alıştığı gibi hortumlu bir duş ahizesi bulup da takana kadar eski usul tas niyetine mutfaktan bulduğum plastik vazo gibi bir şeyle idare ettik bir süre.

Hint Okyanusu'nda plastik küvet keyfi 
Bir diğer korku hikâyemiz de geldiğimizin ertesi günü yerleşme çalışmalarına biraz ara verip havuzla tanışmamız sırasında oldu. Türkiye’den yanımda getirdiğim emektar kolluklardan biri Serena suya girdikten 5 dakika sonra yırtılınca boyunu geçen yerde kızcağız dengesini bulamayıp biraz korkulu anlar yaşadı. Üstüne üstlük bu Serena’nın suyla ilk korkulu imtihanı da değildi. Aslında doğduğundan itibaren suyu, yıkanmayı sevmesine rağmen ilk deniz deneyimini Hint Okyanusu’nda yaşayınca bir süre direnmişti. Sri Lanka’ya vardığımızda 10 aylık yoktu, ya o uçsuz bucaksız suyun kendisi, ya da bizim için küçük ama ona göre kim bilir ne kadar büyük dalgalar tedirgin etmişti, içine girmek istememişti bir türlü suyun.  Bir taraftan da zaten beyaz ve dolayısıyla hassas teninde ilk günden nem ve sıcaktan dolayı isilikler çıkmaya başlamıştı. Deniz suyunun iyi geleceğine inandığımdan çözümü derhal bir plastik banyo küveti alıp plajda küveti deniz suyla doldurmakta bulduk. Gündüzleri deniz suyu akşamları da yerli halkın tavsiyesi üzerine ayurvedik bir takım bitkilerle banyo yaptırıp durduk. (Sonunda geçti mi isilikler derseniz geçmedi, isilik ve bilumum alerjilerle mücadelenin detaylarını başka bir yazıya bırakıyorum).

Derken yavaş yavaş Serena denize, okyanusa alışmıştı ki, aylar sonra bir gün Trincomali’de kucağımda Serena bir arkadaşla denize girerken hiç beklenmedik bir anda öyle sert bir şekilde çarptı ki dalga, yanımdaki arkadaş da ben de kendimizi suyun içinde bulduk. İşte o an hayatımın en korkunç anlarından birini yaşadığımı itiraf etmeliyim çünkü suyun içinde bir saniye de olsa Serena’nın artık elimde olmadığını fark etmiştim, nasıl elimden kaydı düştü, sonra ben o dalgaların içinde nasıl tekrar onu bulup çıkardım, o süre kaç saniyeydi, yoksa koca bir ömür mü geçti hiç bilmiyorum.  Muhtemel ki bu olayın da etkisiyle bizimki hâlâ pek sevmez dalgalı suları. Hatta geçen yaz Sri Lanka’dan döndükten aylar sonra yeniden denizle karşılaştığında girmek istememişti ve birkaç gün sonuçsuzca onu girmeye ikna etmeye çalışıp sonunda pes etmiştim.  Birkaç gün sonra küçük çocuk havuzunda oynarken ben de bir köşede hem kitabımı okuyor hem de göz ucuyla ona bakıyordum, ne göreyim, bizimki kolluk denen mucizevi aletin de yardımıyla kendi kendine yüzüyor. Bir süre öyle takıldıktan sonra bir baktım çıkmış küçük havuzdan büyüklerin havuzunun merdivenlerinden iniyor daha 2 yaşına yeni basmış velet. Artık havuzda boyunu geçen yerlerde iyice ustalaştıktan bir süre sonra da korkusuzca denizde yüzmeye başlamıştı. Hatta tekne gezisinde tekneden kıyıya kadar büyüklerle bir yüzmüştü bizim küçük ördek. Korkusunu kendi kendine yenmişti, kendi zamanında, kendi ritmiyle…

Kolluklar yırtılmadan kısa bir süre önce

Bu sene burada da kolluk yırtılması badiresinden sonra benzer bir süreç yaşıyoruz. Jamaika malum bir ada ve birçok şey ithal geliyor (özellikle halkın ortalama geliri düşünüldüğünde oldukça da pahalı), gelenler de bitince bekle ki gelsin. Civarda zaten iki üç büyük market var, hiçbirinde Serena’ya uygun küçük kolluk bulamayınca sağlamca bir bantla yapıştırarak idare etmeye çalışıyoruz. Bizimkinde zaten kolluklara güven kalmamış, ben de sanki malımı bilmezmiş gibi yine bir iki denedim bak bir şey olmayacak diyerek ikna etmeye çalıştım ama yok Nuh diyor peygamber demiyor da havuzda kendini sağlama alıp ayaklarının değdiği merdiven bölgesinden bir adım ileri gitmiyor. Başkalarının laflarına pek ehemmiyet veren biri olarak bu kızın menşei konusunda şüphe etmiyor değilim bazen. Kimi zaman şaşkınlıkla kimi zaman çileden çıkarak, biraz gıpta ile seyrediyorum onun bu net ve kararlı halini. Bu yaşta bütün çocuklar mı böyledir bizim mamul mü böyle çıktı artık bilmiyorum ama bir insan evladı bu kadar mı bilir ne istediğini, bu yüzden Serena’yı bir şeye ikna etmek ya da kandırmak yerine deveye hendek atlatmayı tercih edebilirim bir gün çöle düşersem. Neyse yüzme konusunda bu sefer de yine kendi zamanını kendisi ayarladı ve geçen gün evin yakınındaki aslında girişin paralı olduğu ama bu civarda oturanlara (tabi büyük yolcu gemilerinin geldi günler haricinde) ücretsiz giriş kıyağı yapan Seawind Club’daki çocuk havuzunda saatlerce oynadıktan sonra bir baktım denize girmeye direnen çocuk kendi kendine denizde ilerleyip suya atmış kendini kolluklarla beraber. Hâlâ büyük havuza girmiyor ve denizde açıklara gitmek istemiyor ama olsun yine de takdir ettim kendisini. 2,5 yaşındaki Serena’dan çok daha büyük, belki altı, belki sekiz yaşlarında denizle kumun birleştiği balçıkta o zamanki mantar simitler belimde yüzme similasyonu yapan kendi halimi hatırladıkça …
Ee… malumunuz “Şimdiki Çocuklar Harika”!  
Her şeyin kendi zamanında güzel olduğunu bize hatırlatan Can Yücel’in dizeleri de bu yazının şiiri olsun o zaman, keyifle anarak…

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon’da Hasan Ağabey’ in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…..


Can YÜCEL 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Yeni Ev


Ben yeni bir yere kolay uyum sağlayanlardan olduğuma karar verdim sonunda. Kimileri vardır, kendi yataklarını, yastıklarını, eşyalarını ararlar, ilk günler uyuyamazlar, tuvaleti yadırgarlar falan, bense araba, otobüs, yer yatağı, kanepe nerde bulsam uykuyu üstüne atlarım hemen. Başkasının evinde mutfakta iş yaparken elim ayağıma dolanır ama yeni bir eve taşınınca hemen sanki yıllardır orada yaşıyormuşum gibi kendi düzenimi kurvermeme ben bile şaşıyorum.



Önümüzdeki bir buçuk yılı geçireceğimiz Jamaika’daki yeni evi de benimsedim hemen. Montego Bay’ Jamaika’nın kuzey batısında, yüzölçümü açısından ikinci, nüfus açısındansa dördüncü büyük şehri adanın. Evimiz Montego Bay’in Freeport kısmında adından da anlaşılacağı gibi serbest liman bölgesinin de içinde olduğu bir koyda. Hemen yanı başımızda yat limanı, karşımızda da turist akınının yoğunlaştığı bu aylarda haftada iki-üç kere yolcu gemileri yanaştığı büyükçe bir liman var.  Sabahtan gelip akşam tekrar demir alan bu gemileri balkondan izlemek “Puf Puf Vapur” kitabının etkisiyle İstanbul’da da vapurlara bayılan Serena’nın bayağı hoşuna gidiyor. Hele “Carnival Magic” adında bir tanesi var ki cidden devasa bir gemi. Genellikle Amerika’dan kalkan Karayip turu yapan bu gemilerin geldiği günler limanın etrafı minibüs ve taksi kaynıyor. Gemiden çil yavrusu gibi karaya dağılan turistlerin çoğu civardaki plajlara atıyor kendilerini.  


Balkonumuzun manzarası hiç fena değil



Evin kendisine gelince zaten her şeyiyle şahane bence. 2 tane havuzu olan bir site içinde, darca bir burunda olduğu için evin iki tarafından da deniz görünüyor, mutfakta deniz manzaralı bulaşık yıkamak da ayrı bir olaymış ne diyeyim.  En son Sri Lanka’daki evimizle karşılaştırıldığında konforu açısından adeta saray burası. Sri Lanka’nın kuzeyinde Tamil bölgesinde oldukça yoksul bir Hindu kenti olan Trincomali’deki evde mutfakta biz taşınamadan önce tezgah dahi yoktu dersem biraz durumu anlatabilmiş olurum (ve o civardaki belki en iyi haldeki evlerden biriydi o ev). Orada geleneksel olarak evlerin duvarlarının üst kısımlarında muhakkak açıklıklar olur, elbette bu kadar rutubetli bir iklimde havalandırma açısından elzem olan bu mimari özellik, her türlü börtü böceğe de davetiye çıkartır. 

Tamamı olmasa da pencerelerdeki havalandırma boşluklarının bir kısmını görebiliyoruz...


Neyse ki yoğun ısrarlar sonucu pencerelere sineklik takmaya ikna edebilmiştim Jerome’u (Tamam ben de doğa ve hayvan severim ama daha 1 yaşında bile olmamış bir bebekle insan hemen bir ana kartala dönüyor, hele de sıtmanın en yaygın olduğu coğrafyalardan birinde olunca). Taktık sineklikleri pencerelere ama tabi o en tepedeki boşlukları kapatamamıştık. Bu yüzden ara sıra eve girmeyi beceren kurbağalar, çeşitli ebat ve türdeki karıncalar, örümcekler ve süleymancıklarla yaşamayı öğrendik. Hatta evin her bir köşesinde gezen koca bir süleymancık sülalesiyle o kadar kanka olmuştuk ki o zamanlar 10 aylık olan Serena’nın ilk söylediği kelimelerden biri kertenkeleydi. Bir de haftada kaç kez silersek silelim yerlerden eksik olmayan tozları parmaklaması ve elbette emekleyen bir çocuğa en ilginç gelen şeylerden biri olan karıncaları ağzına götürmesinden korktuğum için sıkça tekrarladığım bir diğer kelime olan “pis” de çiş’le karıştırarak ilk söylediği kelimelerden biri olmuştu orada. Gerçi sıkça bahçedeki mangolaraı talan etmeye gelen maymun sülalesinin yanında evin içindeki haşeratlar solda sıfır kalıyordu. 


Sri Lanka'da tavanımızda müstehcen pozlar veren süleymancık aşiretinin üyeleri
Sri Lanka'da bahçedeki mangoların müdavimlerinden biri

Biraz çekindiysek de Amerikalı bir yardım kuruluşunda çalışan orada tanıştığım iki çocuklu aile gibi hiç kapı pencere açmayıp gece gündüz klimayla yaşamadık ve başımıza da pek kötü bir macera gelmedi. Hatta artık o kadar alışmıştık ki haşeratlara uzun ve yorucu bir Colombo yolculuğu dönüşü (Başkent Colombo ve Trincomali arası aslında 250 km bile yok ama yollar korkunç durumda olduğundan 8-9 saati buluyor yol) o kadar uykusuz ve bitkin düşmüştük ki, yokluğumuzdan istifade edip yatak odasına yerleşen tarantula büyüklüğündeki örümceği duvarın köşesinde kendi haline bırakmaya karar verip cibinlikli yatağa atıvermiştik kendimizi. Öyle çok cesur falan olduğumdan değil, hatta İstanbul’un merkezinde doğup büyümüş, orta sınıf, kentli 15 yaşına kadar avuç kadar köpeklerden bile kaçan birisi olarak bir sürü korkularım var, ama ne hikmetse değişik deneyimlere olan ilgim ve merakım sanırım korkularımdan ağır basıyor da bu göçebe hayat bir işkenceye dönüşmüyor.  Sri Lanka’dan da tanıdığımız Jérôme’un Fransız bir iş arkadaşı ve onun Kazakistanlı eşi geçen hafta buraya taşındılar. Bizden sonra bir yıla yakın kalmışlardı Trincomali’de. Ben tabi merakla, özlemle Sri Lanka’yı sorunca, “aman sakın sorma başımıza gelenleri” diye anlatmaya başladı. Pek iyi bir kızcağız ama işte o yerel halkın çıplak ayaklarla yürüdüğü taşlı, engebeli yollarda topukluyla yürümeye çalışmasına benziyor yaşadıkları. İlk geldiği günden memnun kalmamıştı Sri Lanka’dan ve zavallıcağızın başına gelmedik kalmamış bizden sonra. Birkaç haftalığına tatile giderken sıkı sıkı evin her tarafını kapatmışlar ve döndüklerinde ne görsünler, her şey her yer nem içinde, öyle bir küf sarmış ki evi buzdolabı bile küflenmiş… E demek ki boşuna açıklık bırakmıyor adamlar evlerini yaparken, her mimarin özelliğin bir nedeni var elbet. Sonra bir gün evde otururlarken önlerinden kocaman bir yılan geçmiş, tabi hemen yakında oturan ev sahiplerine sormuşlar, yok bir şey yapmaz demiş. Sri Lankalılara sorarsan hiçbir hayvan hiçbir şey yapmaz zaten, sonra “Peki sokarsa n’olur?” diye sorunca “Yok o zaman iyi değil” demiş adam. Araştırınca etkisinin ömür boyu sürdüğünü ve Sri Lanka’da gördüğümüz belli bir yaşın üstünde Parkinson gibi titreye titreye dolaşan insanların bu yılanın sokması sonucu bu hale geldiğini öğrenmişler. Burada da geldikleri ilk hafta yollarını kaybedip Rasta gençlerin marihuana içip mangal yaptıkları, yolun her bir tarafından insanların arabanın önüne fırladığı garip bir sokakta bulmuşlar kendilerini. “Pencereleri bile açmaya korktum” diye anlatıyor kızcağız. Zaten gelmeden internette araştırmış tehlikeli bir yer olduğunu düşünüyor Jamaika’nın, eşi zar zor ikna etmiş gelmeye. “ Şehir merkezinde korkulacak bir şey yok” diyorum çok bilirmiş gibi, oysa onlardan sadece bir hafta önce geldim buraya, “tehlikeli yerler şehrin dış kısımlarındaki gettolarda.” Evet, doğru Jamaika suç oranlarının yüksek olduğu bir ülke, hatta 2005’te 100 bin kişide 58 cinayet ile dünyanın en yüksek cinayet oranı tespit edilmiş, 2012’den itibaren bu oran biraz düşmeye başlamış olsa da hâlâ şiddetin yüksek olduğu bir ülke Jamaika. Daha çok Kingston, Spanish Town ve Montego Bay gibi büyük şehirlerde uyuşturucu çeteleri arasında ya da siyasi nedenlerle vuku bulan şiddet hadiselerinin pek turistlere ya da yabancılara yönelik olmadığı söyleniyor. Elbet bizim oturduğumuz site yoğunluklu olarak yabancıların ve orta-üst sınıf Jamaikalıların oturduğu kapısında güvenlik olan bir yer, yani “Belalı Cennet” denen Jamaika’nın daha çok cennet kısmını yaşıyorum ama yollarda markette, hafta sonu gittiğimiz Montego Bay’in 45 dakika dışındaki kırsal bölgede karşılaştığım Jamaikalılar insana kocaman dişleriyle gülümseyen gayet sempatik, gülmeyi şakalaşmayı seven insanlar. Elbette insanın ne zaman nerede başına neyin geleceği bilinmez, hatta mesela Avrupa’nın bir şehir merkezinde belki soyulma ihtimaliniz buradakiyle aynıdır…

Sonuç olarak bizim şu Kazakistanlı arkadaşa “Sakınılan göze çöp batar bacım” diyerek konuyu sonlandırmak istemiştim de İngilizceye çeviremedim bu atasözümüzü o an. Bu arada memleketten RTE ve oğlu arasında yeni telefon görüşmesi kayıtları çıkmış galiba, şimdi heyecanla bu haberleri okuyacağım. Madem atalar önemli, atasözlerini de seviyoruz, bugünkü yazıma da, memleket havadislerine de uyan bir atasözüyle bitirelim: Korkunun ecele faydası yok, değil mi ya?