Ben yeni bir yere kolay uyum sağlayanlardan olduğuma karar
verdim sonunda. Kimileri vardır, kendi yataklarını, yastıklarını, eşyalarını
ararlar, ilk günler uyuyamazlar, tuvaleti yadırgarlar falan, bense araba,
otobüs, yer yatağı, kanepe nerde bulsam uykuyu üstüne atlarım hemen. Başkasının
evinde mutfakta iş yaparken elim ayağıma dolanır ama yeni bir eve taşınınca
hemen sanki yıllardır orada yaşıyormuşum gibi kendi düzenimi kurvermeme ben bile şaşıyorum.


Önümüzdeki bir buçuk yılı geçireceğimiz Jamaika’daki yeni
evi de benimsedim hemen. Montego Bay’ Jamaika’nın kuzey batısında, yüzölçümü
açısından ikinci, nüfus açısındansa dördüncü büyük şehri adanın. Evimiz Montego
Bay’in Freeport kısmında adından da anlaşılacağı gibi serbest liman bölgesinin
de içinde olduğu bir koyda. Hemen yanı başımızda yat limanı, karşımızda da turist
akınının yoğunlaştığı bu aylarda haftada iki-üç kere yolcu gemileri yanaştığı
büyükçe bir liman var. Sabahtan gelip
akşam tekrar demir alan bu gemileri balkondan izlemek “Puf Puf Vapur” kitabının
etkisiyle İstanbul’da da vapurlara bayılan Serena’nın bayağı hoşuna gidiyor. Hele
“Carnival Magic” adında bir tanesi var ki cidden devasa bir gemi. Genellikle
Amerika’dan kalkan Karayip turu yapan bu gemilerin geldiği günler limanın etrafı
minibüs ve taksi kaynıyor. Gemiden çil yavrusu gibi karaya dağılan turistlerin
çoğu civardaki plajlara atıyor kendilerini.
 |
Balkonumuzun manzarası hiç fena değil |
Evin kendisine gelince zaten her şeyiyle şahane bence. 2
tane havuzu olan bir site içinde, darca bir burunda olduğu için evin iki
tarafından da deniz görünüyor, mutfakta deniz manzaralı bulaşık yıkamak da ayrı
bir olaymış ne diyeyim. En son Sri
Lanka’daki evimizle karşılaştırıldığında konforu açısından adeta saray burası. Sri
Lanka’nın kuzeyinde Tamil bölgesinde oldukça yoksul bir Hindu kenti olan Trincomali’deki
evde mutfakta biz taşınamadan önce tezgah dahi yoktu dersem biraz durumu
anlatabilmiş olurum (ve o civardaki belki en iyi haldeki evlerden biriydi o ev).
Orada geleneksel olarak evlerin duvarlarının üst kısımlarında muhakkak açıklıklar
olur, elbette bu kadar rutubetli bir iklimde havalandırma açısından elzem olan bu
mimari özellik, her türlü börtü böceğe de davetiye çıkartır.
 |
Tamamı olmasa da pencerelerdeki havalandırma boşluklarının bir kısmını görebiliyoruz... |
Neyse ki
yoğun ısrarlar sonucu pencerelere sineklik takmaya ikna edebilmiştim Jerome’u (Tamam
ben de doğa ve hayvan severim ama daha 1 yaşında bile olmamış bir bebekle insan
hemen bir ana kartala dönüyor, hele de sıtmanın en yaygın olduğu coğrafyalardan
birinde olunca). Taktık sineklikleri pencerelere ama tabi o en tepedeki boşlukları
kapatamamıştık. Bu yüzden ara sıra eve girmeyi beceren kurbağalar, çeşitli ebat
ve türdeki karıncalar, örümcekler ve süleymancıklarla yaşamayı öğrendik. Hatta evin
her bir köşesinde gezen koca bir süleymancık sülalesiyle o kadar kanka olmuştuk
ki o zamanlar 10 aylık olan Serena’nın ilk söylediği kelimelerden biri
kertenkeleydi. Bir de haftada kaç kez silersek silelim yerlerden eksik olmayan
tozları parmaklaması ve elbette emekleyen bir çocuğa en ilginç gelen şeylerden
biri olan karıncaları ağzına götürmesinden korktuğum için sıkça tekrarladığım bir
diğer kelime olan “pis” de çiş’le karıştırarak ilk söylediği kelimelerden biri
olmuştu orada. Gerçi sıkça bahçedeki mangolaraı talan etmeye gelen maymun sülalesinin yanında evin içindeki haşeratlar solda sıfır kalıyordu.
 |
Sri Lanka'da tavanımızda müstehcen pozlar veren süleymancık aşiretinin üyeleri |
 |
Sri Lanka'da bahçedeki mangoların müdavimlerinden biri |
Biraz çekindiysek de Amerikalı bir yardım kuruluşunda çalışan orada
tanıştığım iki çocuklu aile gibi hiç kapı pencere açmayıp gece gündüz klimayla
yaşamadık ve başımıza da pek kötü bir macera gelmedi. Hatta artık o kadar
alışmıştık ki haşeratlara uzun ve yorucu bir Colombo yolculuğu dönüşü (Başkent Colombo
ve Trincomali arası aslında 250 km bile yok ama yollar korkunç durumda
olduğundan 8-9 saati buluyor yol) o kadar uykusuz ve bitkin düşmüştük ki, yokluğumuzdan
istifade edip yatak odasına yerleşen tarantula büyüklüğündeki örümceği duvarın köşesinde
kendi haline bırakmaya karar verip cibinlikli yatağa atıvermiştik kendimizi. Öyle
çok cesur falan olduğumdan değil, hatta İstanbul’un merkezinde doğup büyümüş, orta
sınıf, kentli 15 yaşına kadar avuç kadar köpeklerden bile kaçan birisi olarak
bir sürü korkularım var, ama ne hikmetse değişik deneyimlere olan ilgim ve
merakım sanırım korkularımdan ağır basıyor da bu göçebe hayat bir işkenceye
dönüşmüyor. Sri Lanka’dan da tanıdığımız
Jérôme’un Fransız bir iş arkadaşı ve onun Kazakistanlı eşi geçen hafta buraya taşındılar.
Bizden sonra bir yıla yakın kalmışlardı Trincomali’de. Ben tabi merakla,
özlemle Sri Lanka’yı sorunca, “aman sakın sorma başımıza gelenleri” diye
anlatmaya başladı. Pek iyi bir kızcağız ama işte o yerel halkın çıplak
ayaklarla yürüdüğü taşlı, engebeli yollarda topukluyla yürümeye çalışmasına
benziyor yaşadıkları. İlk geldiği günden memnun kalmamıştı Sri Lanka’dan ve
zavallıcağızın başına gelmedik kalmamış bizden sonra. Birkaç haftalığına tatile
giderken sıkı sıkı evin her tarafını kapatmışlar ve döndüklerinde ne görsünler,
her şey her yer nem içinde, öyle bir küf sarmış ki evi buzdolabı bile küflenmiş…
E demek ki boşuna açıklık bırakmıyor adamlar evlerini yaparken, her mimarin
özelliğin bir nedeni var elbet. Sonra bir gün evde otururlarken önlerinden
kocaman bir yılan geçmiş, tabi hemen yakında oturan ev sahiplerine sormuşlar,
yok bir şey yapmaz demiş. Sri Lankalılara sorarsan hiçbir hayvan hiçbir şey
yapmaz zaten, sonra “Peki sokarsa n’olur?” diye sorunca “Yok o zaman iyi değil”
demiş adam. Araştırınca etkisinin ömür boyu sürdüğünü ve Sri Lanka’da
gördüğümüz belli bir yaşın üstünde Parkinson gibi titreye titreye dolaşan insanların
bu yılanın sokması sonucu bu hale geldiğini öğrenmişler. Burada da geldikleri
ilk hafta yollarını kaybedip Rasta gençlerin marihuana içip mangal yaptıkları,
yolun her bir tarafından insanların arabanın önüne fırladığı garip bir sokakta
bulmuşlar kendilerini. “Pencereleri bile açmaya korktum” diye anlatıyor kızcağız.
Zaten gelmeden internette araştırmış tehlikeli bir yer olduğunu düşünüyor
Jamaika’nın, eşi zar zor ikna etmiş gelmeye. “ Şehir merkezinde korkulacak bir
şey yok” diyorum çok bilirmiş gibi, oysa onlardan sadece bir hafta önce geldim
buraya, “tehlikeli yerler şehrin dış kısımlarındaki gettolarda.” Evet, doğru
Jamaika suç oranlarının yüksek olduğu bir ülke, hatta 2005’te 100 bin kişide 58
cinayet ile dünyanın en yüksek cinayet oranı tespit edilmiş, 2012’den itibaren
bu oran biraz düşmeye başlamış olsa da hâlâ şiddetin yüksek olduğu bir ülke
Jamaika. Daha çok Kingston, Spanish Town ve Montego Bay gibi büyük şehirlerde
uyuşturucu çeteleri arasında ya da siyasi nedenlerle vuku bulan şiddet hadiselerinin
pek turistlere ya da yabancılara yönelik olmadığı söyleniyor. Elbet bizim
oturduğumuz site yoğunluklu olarak yabancıların ve orta-üst sınıf
Jamaikalıların oturduğu kapısında güvenlik olan bir yer, yani “Belalı Cennet”
denen Jamaika’nın daha çok cennet kısmını yaşıyorum ama yollarda markette,
hafta sonu gittiğimiz Montego Bay’in 45 dakika dışındaki kırsal bölgede karşılaştığım
Jamaikalılar insana kocaman dişleriyle gülümseyen gayet sempatik, gülmeyi
şakalaşmayı seven insanlar. Elbette insanın ne zaman nerede başına neyin geleceği
bilinmez, hatta mesela Avrupa’nın bir şehir merkezinde belki soyulma
ihtimaliniz buradakiyle aynıdır…
Sonuç olarak bizim şu Kazakistanlı arkadaşa “Sakınılan göze
çöp batar bacım” diyerek konuyu sonlandırmak istemiştim de İngilizceye
çeviremedim bu atasözümüzü o an. Bu arada memleketten RTE ve oğlu arasında yeni telefon görüşmesi kayıtları çıkmış galiba, şimdi heyecanla bu haberleri okuyacağım. Madem atalar önemli, atasözlerini de seviyoruz, bugünkü yazıma da, memleket havadislerine de uyan bir atasözüyle bitirelim: Korkunun ecele faydası yok, değil mi ya?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder