“Sana
gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun
ceketimi al.
Günün
en güzel saatleri bunlar.
Yanımda
kal.”*
Demiş
ya şair. Benim için günün bu “en güzel saatleri” Boğaz’da bir vapurda tarihi
yarımadaya doğru kafamı çevirip de göğe baktığımdaki günbatımıdır. Jamaika’da
güneşin en güzel battığı yerlerden biri Negril’miş, hatta dünyada çapında
ünlüymüş Negril’in günbatımları, görmedim henüz bir şey diyemeyeceğim.
Montego
Bay’deki yeni hayatımızda benim için günün en güzel saatleri ise sabah altı
buçuk civarında uyanan Serena’yı, işe giderken okula bırakmak üzere Jerome’un
arabasına bindirene kadar geçen telaşlı ve stresli iki saatin ardından balkonda
kahvemi ve sigaramı içtiğim an. Gerçekten de İstanbul’da bazen sabah onlara
kadar uyuyan çocuğun burada rekoru saat sekiz, o da sadece bir gün. Burada
güneş yılın her ayı saat altı buçuk gibi erken batıyor ve erken doğuyor,
muhtemelen pencerelerde de panjur olmadığından bizimki ışığı hisseder hissetmez
uyanıyor. Bense baykuş soyundan geldiğime inanıyorum, bütün öğrencilik hayatım
boyunca sabahlamadan bitirdiğim ödev sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Biraz
son dakikacılıktan, biraz hep aynı anda bir dünya işi yapmaya kalkışmamdan ama
kesinlikle tembellikten değil. Karadenizli de değilim ama elimde değil IQ’um
güneş batınca yükseliyor. Neyse benim gibi geceleri oturmayı, okumayı,
çalışmayı seven biri için bu ritim yeterince zorlayıcıyken iki buçuk yaşında
bir kız çocuğunun sabah elbise dolabındaki bütün elbiseleri deneyip, “o değil,
öteki, kalpli değil, çiçekli, kelebekli değil, kedili” mızmızlanmaları arasında
kahvaltı hazırlamaya, sonra bir yandan tabağındakileri yedirirken bir yandan
okula götüreceği beslenme çantasını hazırlamaya, hem de bunları afyonu
patlayamamış bir halde, bir gözü açık diğer gözü uyurken yapması ve tüm bunlar
olurken sinirlenmemeye çalışması harika bir sınav.
Geçenlerde
bu zorlu sınavı atlattığım sabahlardan birinde, bizimkilere el sallayıp öpücüklerle
gönderdikten sonra ağzıma bir iki lokma bir şeyler atıp elimde telefon hemen balkona
koştum. Malum “Başçalan” ve saz arkadaşlarının ailecek yeni albüm kayıtları bir
bir yayınlanıyordu. İnternetin icadına katkısı bulunan tüm emektarlara
kilometrelerce uzaktaki memleketin 7 saat farkla da olsa nabzını tutmamı
sağladıkları için saygıda kusur etmeyip yeni “tape”leri dinlemeye başladım gülmekle
ağlamak arası… Kâh öfkelendim, kâh moralim bozuldu, ama hiç şaşırmadım… evet
hiç şaşırmadım. Bir an belki söz konusu paraların miktarını ya da bundan sonra
olabilecekleri tahayyül etmeye çalışmak ya da sadece karşımdaki denize bakıp
bir nefes almak için başımı kaldırdığımda iki gözle karşılaştım. Soluk kahverengi
kıyafetlerin içinde cılız bir bedene oturtulmuş iki mahcup göz… İki mahcup göz
benim dalgın ve aslında denizaşırı bakarken, sırf onun mahcupluğundan dolayı
merakla bakmaya başlayan gözlerimden elindeki siyah torbaya kaydı. Sonra diğer
elindeki kırmızı çiçekleri bir hamleyle o siyah torbaya tıkıştırıp aceleyle
bahçenin benden uzak bir köşesine doğru ilerleyen iki mahcup bacağa dönüştü iki
mahcup göz. Mideye giren iki lokma,
kahve, nikotin ve ülke haberleri ile patlayan afyonumun da etkisiyle aslında birkaç
gün önce onu gördüğümü hatırladım. Sonraki günlerde de o beni görmese de ben
onu ve acemi hırsızlığını görecektim. Sitenin bahçıvanı ya da temizlik
görevlisi, herkes kendi sabahının telaşındayken bir kısmı zaten boş olan
evlerin önündeki açan kırmızı çiçekleri cebinde sakladığı siyah poşetine sokuşturup
gidiyordu. O çiçekleri niye topluyor, ne yapacak o çiçeklerle? Bunların
hiçbirini soramadan ağzım açık ardından bakakalmışım… Baklava çaldığı için
hapis yatan çocuklar, hayatım, okuduklarım, bildiklerim, daha bir saniye önce
dinlediğim kesinliğine yüzde yüz inandığım ses kayıtları bir film şeridi gibi
gözümün önünden kayıp gidiyordu…
Bir
yanım “dur, gitme, birkaç çiçek daha kaldı” diyor, “kaçma ben de çaldım…
öğrenci evi, arkadaşlarla bir Pazar kahvaltısı edecektik, bir paket kaşar, bir
paket salam, kredi kartı desen limit kalmamış, hem mahalle bakkalı değil ya
kara tenli abim büyük kapitalist bunlar, bizden kepçeyle alıyorlar…”
Sonra
birkaç gün önce pencereden tanık olduğum bir sahne geliyor zihnime: komşulardan
biri bahçenin öbür tarafında güvenlikten rica ediyor, güvenlik bahçe makasıyla
kesip aynı kırmızı çiçeklerden veriyor kadına muhtemelen evindeki vazoya koymak
üzere.
Ama
bir yanım, anne olmuş yanım, yeni evimizin yeni üyesi çiçeğin açmaya hazırlanan
sarı tomurcuklarını benden fırsat kollayıp gizli gizli koparmaya çalışan kızıma
sabırla binbir hikaye ile niye koparmaması gerektiğini anlatan yanım, “ama”larla
karşı çıkıyor, hani üç beş ağaç için onca gaz yedik, 6 can verdik toprağa, bugün
sekiz dokuz çiçek, yarın sekiz dokuz ağaç diyor…
Yok
canım diyor öteki yanım, çiçekle ağaç bir mi, yarın yenisi çıkacak, asgari
ücretin daha yeni haftada 5000 Jamaika dolarından 5600’e çıktığı (ayda yaklaşık
450 TL asgari ücrete karşılık çoğu tüketim malzemesinin Türkiye’yle aynı ya da
daha pahalı olduğu) bir ülkede kim bilir ne yapacaksa muhtemelen eve üç kuruş
fazla götürebilmek adına görmeyiversin komşular kırmızı çiçekleri bahçede diyorum.
Sigaramdan
bir nefes daha alp işte tüm bu çelişkileriyle daha bir seviyorum kendimi, ar
damarı çatlamış başçalanlarına rağmen doğup büyüdüğüm, daha yaşanılabilir olsun
diye kendi gücüm oranında emek verdiğim toprakları, gördüğüm ve göremedim tüm
yönleriyle evreni… ama bu sabah en çok da o kırmızı çiçekleri ve acemiliğine
yandığım mahcup o iki gözü seviyorum…
*Özdemir Asaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder