7 Mart 2014 Cuma

Çalmak var çalmak var

“Sana gitme demeyeceğim. 
Üşüyorsun ceketimi al. 
Günün en güzel saatleri bunlar. 
Yanımda kal.”*
Demiş ya şair. Benim için günün bu “en güzel saatleri” Boğaz’da bir vapurda tarihi yarımadaya doğru kafamı çevirip de göğe baktığımdaki günbatımıdır. Jamaika’da güneşin en güzel battığı yerlerden biri Negril’miş, hatta dünyada çapında ünlüymüş Negril’in günbatımları, görmedim henüz bir şey diyemeyeceğim.
Montego Bay’deki yeni hayatımızda benim için günün en güzel saatleri ise sabah altı buçuk civarında uyanan Serena’yı, işe giderken okula bırakmak üzere Jerome’un arabasına bindirene kadar geçen telaşlı ve stresli iki saatin ardından balkonda kahvemi ve sigaramı içtiğim an. Gerçekten de İstanbul’da bazen sabah onlara kadar uyuyan çocuğun burada rekoru saat sekiz, o da sadece bir gün. Burada güneş yılın her ayı saat altı buçuk gibi erken batıyor ve erken doğuyor, muhtemelen pencerelerde de panjur olmadığından bizimki ışığı hisseder hissetmez uyanıyor. Bense baykuş soyundan geldiğime inanıyorum, bütün öğrencilik hayatım boyunca sabahlamadan bitirdiğim ödev sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Biraz son dakikacılıktan, biraz hep aynı anda bir dünya işi yapmaya kalkışmamdan ama kesinlikle tembellikten değil. Karadenizli de değilim ama elimde değil IQ’um güneş batınca yükseliyor. Neyse benim gibi geceleri oturmayı, okumayı, çalışmayı seven biri için bu ritim yeterince zorlayıcıyken iki buçuk yaşında bir kız çocuğunun sabah elbise dolabındaki bütün elbiseleri deneyip, “o değil, öteki, kalpli değil, çiçekli, kelebekli değil, kedili” mızmızlanmaları arasında kahvaltı hazırlamaya, sonra bir yandan tabağındakileri yedirirken bir yandan okula götüreceği beslenme çantasını hazırlamaya, hem de bunları afyonu patlayamamış bir halde, bir gözü açık diğer gözü uyurken yapması ve tüm bunlar olurken sinirlenmemeye çalışması harika bir sınav.
Geçenlerde bu zorlu sınavı atlattığım sabahlardan birinde, bizimkilere el sallayıp öpücüklerle gönderdikten sonra ağzıma bir iki lokma bir şeyler atıp elimde telefon hemen balkona koştum. Malum “Başçalan” ve saz arkadaşlarının ailecek yeni albüm kayıtları bir bir yayınlanıyordu. İnternetin icadına katkısı bulunan tüm emektarlara kilometrelerce uzaktaki memleketin 7 saat farkla da olsa nabzını tutmamı sağladıkları için saygıda kusur etmeyip yeni “tape”leri dinlemeye başladım gülmekle ağlamak arası… Kâh öfkelendim, kâh moralim bozuldu, ama hiç şaşırmadım… evet hiç şaşırmadım. Bir an belki söz konusu paraların miktarını ya da bundan sonra olabilecekleri tahayyül etmeye çalışmak ya da sadece karşımdaki denize bakıp bir nefes almak için başımı kaldırdığımda iki gözle karşılaştım. Soluk kahverengi kıyafetlerin içinde cılız bir bedene oturtulmuş iki mahcup göz… İki mahcup göz benim dalgın ve aslında denizaşırı bakarken, sırf onun mahcupluğundan dolayı merakla bakmaya başlayan gözlerimden elindeki siyah torbaya kaydı. Sonra diğer elindeki kırmızı çiçekleri bir hamleyle o siyah torbaya tıkıştırıp aceleyle bahçenin benden uzak bir köşesine doğru ilerleyen iki mahcup bacağa dönüştü iki mahcup göz.  Mideye giren iki lokma, kahve, nikotin ve ülke haberleri ile patlayan afyonumun da etkisiyle aslında birkaç gün önce onu gördüğümü hatırladım. Sonraki günlerde de o beni görmese de ben onu ve acemi hırsızlığını görecektim. Sitenin bahçıvanı ya da temizlik görevlisi, herkes kendi sabahının telaşındayken bir kısmı zaten boş olan evlerin önündeki açan kırmızı çiçekleri cebinde sakladığı siyah poşetine sokuşturup gidiyordu. O çiçekleri niye topluyor, ne yapacak o çiçeklerle? Bunların hiçbirini soramadan ağzım açık ardından bakakalmışım… Baklava çaldığı için hapis yatan çocuklar, hayatım, okuduklarım, bildiklerim, daha bir saniye önce dinlediğim kesinliğine yüzde yüz inandığım ses kayıtları bir film şeridi gibi gözümün önünden kayıp gidiyordu…
Bir yanım “dur, gitme, birkaç çiçek daha kaldı” diyor, “kaçma ben de çaldım… öğrenci evi, arkadaşlarla bir Pazar kahvaltısı edecektik, bir paket kaşar, bir paket salam, kredi kartı desen limit kalmamış, hem mahalle bakkalı değil ya kara tenli abim büyük kapitalist bunlar, bizden kepçeyle alıyorlar…”
Sonra birkaç gün önce pencereden tanık olduğum bir sahne geliyor zihnime: komşulardan biri bahçenin öbür tarafında güvenlikten rica ediyor, güvenlik bahçe makasıyla kesip aynı kırmızı çiçeklerden veriyor kadına muhtemelen evindeki vazoya koymak üzere.

Sorrel denilen kırmızı bir çiçekten reçel yaptıklarını biliyorum, hatta o sabah ya da başka bir sabah yemiş bile olabilirim acaba bu o çiçek mi, yoksa bu başka bir şifalı çiçek mi? Bilemiyorum. Kırmızı çiçeklerin gizemini çözemiyorum ama bahçıvanın mahcubiyetiyle komşunun rahatlığı arasındaki tavır farkının sırrını çözüyorum. Kendinden emin komşu burada oturuyor, belki mal sahibi belki kiracı, iki mahcup göz ise çalışıyor, burada oturanlar daha steril, daha güzel yaşasınlar diye emek veriyor… Fark bu kadar basit. Yürü cılız bedenini sevdiğim diyorum, bu dünyadan Proudhon geçti, sakallı geçti, değil mi ki “Mülkiyet hırsızlık”? Dünyanın tüm kırmızı çiçekleri kurban olsun kara tenine… Toprağın, suyun, havanın, kırmızı çiçeklerin nasıl sahibi oluruz?
Ama bir yanım, anne olmuş yanım, yeni evimizin yeni üyesi çiçeğin açmaya hazırlanan sarı tomurcuklarını benden fırsat kollayıp gizli gizli koparmaya çalışan kızıma sabırla binbir hikaye ile niye koparmaması gerektiğini anlatan yanım, “ama”larla karşı çıkıyor, hani üç beş ağaç için onca gaz yedik, 6 can verdik toprağa, bugün sekiz dokuz çiçek, yarın sekiz dokuz ağaç diyor…
Yok canım diyor öteki yanım, çiçekle ağaç bir mi, yarın yenisi çıkacak, asgari ücretin daha yeni haftada 5000 Jamaika dolarından 5600’e çıktığı (ayda yaklaşık 450 TL asgari ücrete karşılık çoğu tüketim malzemesinin Türkiye’yle aynı ya da daha pahalı olduğu) bir ülkede kim bilir ne yapacaksa muhtemelen eve üç kuruş fazla götürebilmek adına görmeyiversin komşular kırmızı çiçekleri bahçede diyorum.

Sigaramdan bir nefes daha alp işte tüm bu çelişkileriyle daha bir seviyorum kendimi, ar damarı çatlamış başçalanlarına rağmen doğup büyüdüğüm, daha yaşanılabilir olsun diye kendi gücüm oranında emek verdiğim toprakları, gördüğüm ve göremedim tüm yönleriyle evreni… ama bu sabah en çok da o kırmızı çiçekleri ve acemiliğine yandığım mahcup o iki gözü seviyorum…

*Özdemir Asaf


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder