4 Haziran 2014 Çarşamba

Soma’nın ardından -2 İleri SOMA-TOMA “Demokrasi”sinden kendi demokrasimize…*

“Biraz hayal kurmak tehlikeliyse, bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır.” Marcel Proust



Birileri yerin kaç kat altında nefessiz kalırken, iş cinayetlerinde daha nice işçi emekçi göz göre göre sakat kalıp ölürken, 14 yaşında çocuklar ekmek alırken, gençler meydanlarda, sokaklarda gaz kapsülleriyle öldürülürken, sınır kapılarında analar çocuklarının gözleri önünde silahlarla taranırken, bir sigara parasına kilometrelerce yol tepenlere çocuk genç demeden bombalar yağdırılırken, kadınlar tecavüz ve namus cinayeti kıskacında sıkışıp kalmışken, tüm bu olanlar karşısında diğerlerinin yavaş yavaş ruh ölümleri gerçekleşirken geçen Haziran’daki iktidara karşı mizah ve neşe gücümüzü kaybetmeye başlamışken, hayalden başka tutunma gücü kalmıyor bazen insanın. Tüm bu vahşet niye? Öz gücümüzü, kapasitelerimizi, arzularımızı gerçekleştirmek için gelmedik mi bu fani dünyaya? 
Bir hayalim var. Soma katliamının haberini binlerce kilometre öteden aldığım gece herkes gibi uyku tutmadı düşündüm durdum, gündemi takip eden ortalama bir Fransız eşimin “Şirket sahibi başbakanın tanıdığıymış, değil mi” sorusu ile başlayan sohbetin “Peki kim çıkaracak bu kömürü?” ile devam eden saatlerinde… Bir kere çevreye, insana bu kadar zararlı bu kömürün çıkartılması şart mı? Yenilenebilir enerji kaynakları ne güne duruyor? Hem ortadan kâr hırsını kaldırdık mı bu kadar fazla üretime ne gerek var? Reklamlar, tüketim çılgınlığı, AVM tipi ambalajlı hayatlar, lüks sitelerin gece gündüz yanan ışıklandırmaları, tüm bunlar olmadığında zaten bu kadar çok termik santrala, nükleer santrala, kömür madenine, HES’lere ihtiyacımız olur mu gerçekten?
Elime sihirli bir değnek alıp bir anda kimsenin, özel şirketin ya da devletin, artı-değer üretme kaygısının olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Mutluluk nedir diye soruyorum kendime, insanın kendi yeteneklerini hayata geçirerek, arzu ettiği işi, para gibi başka bir dolayım aracı olmadan yapması diyor içimden bir ses. E hadi o zaman mesela birisi kek-pasta pişirmeyi seviyorsa onu yapsın, bir başkası duvar boyamayı seviyorsa onu, eminim birileri balık tutmaktan hoşlanırken, birileri de tamir işlerini yapmaktan zevk alacaktır. Birkaç yıl evvel okuduğum bir gazete haberini hatırlıyorum; belli ki benim gibi düşünen birileri böylesi bir ağ kurmuşlar, mesela ev toplamaktan hoşlanan biri başka birilerinin evlerini toplamaya gidiyor, gittiği saat karşılığı da o ağa üye birilerinden istediği hizmeti, malı alıyor. Örneğin elektrik işlerinden anlayan ve seven birisi gelip onun evinin elektrik işlerini yapıyor.
Küçükken matematik öğretmeni olan annemin, piyano öğretmeni aile dostumuzun çocuklarına matematik çalıştırması sayesinde (ben pek değerini bilemesem de) ablamla beraber piyano çalmayı öğrenmiştik. Müziğin değeri gibi bu karşılıklı dayanışmanın değerini de yıllar geçtikçe daha da iyi anladığımı anlattım Jérôme’a, ama oldukça somut ve pratik sonuçları seven Jérôme “peki mesela İsviçre’de o çok pahalı saatleri üretenler ne olacak?” diye sorunca önce “ne gerek var pahalı saatlere?” diyecek oluyorum ama yoo güzel ve mükemmel işleyen saatler üretmeyi sevenler yine üretsinler, çalıştıkları süre karşılığı da ortak havuzdan istedikleri hizmeti, ürünü alsınlar.  “Peki ya binlerce dolara satılan ama aslında 2 saatte yapılıveren bir sanat eseri?” diye soruyor bu sefer. Evet, sanat belki de ölçüsü en zor ürün, ama zaten mesele de bu değil mi? Niye ölçmeye, paha biçmeye çalışıyoruz? Hayat, senin, benim, ölümlerin en beteriyle ölüp giden madencinin hayatı ölçülür mü ki? Roman yazmayı seven yazsın, resim yapmayı seven yapsın, bak arada satış mantığı olmayınca çok daha güzel işler çıkacak göreceğiz. İsteyen o resimleri “alsın” ya da resim yapmayı seven kişi resim yapmayı öğrenmek isteyenlere ders versin  (yani ortadan para kalktığı için simgesel bir alış olacak bu, sanatçının hanesinde o resim için harcadığı zaman kadar bir hizmet ya da ürün alma hakkı olacak) Hem zaten bir köşede sermaye biriktirme derdindeki şirketler, patronlar, siyasetçiler aradan çekildiğinden, aşırı tüketim mantığı yok olduğundan kaynaklar da insanlığa rahat rahat yetecek. 

Hele bir 2,5 yaşında çocuk psikolojisinden çıksa insanlık ve sahip olduklarıyla değil de severek yarattıklarıyla mutluluğu yakalasa. “Ben” derken aslında bütün bir evreni kapsayan bir “BİZ”i solusa, yalnızlaştırılmış, gelecek güvencesizliği, aç kalma korkusu içinde kenara bir şeyler biriktirmekle değil o anda yaptığı her ne ise onu yaşasa. Bunun örgütlenmesi ilk başta zor gibi görünse de aslında teknolojinin ve genel zekânın geldiği bu evrede eminim bilgisayar programcıları müthiş bir program hazırlayabilirler bu severek yapılan işler havuzu için. Sonra bunun organizasyonu, çıkan sorunlar vs. hep beraber doğrudan karar alma süreçleri ile sağlansa. Nezaketle, güvenle, saygıyla ortak yaratılan bir güzelliği yaşamak adına… İnsanlık tarihi bunun örneklerini biliyor: Paris Komünü, Zapatistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketi, Gezi Parkı’nda paranın ortadan kalktığı ortak yaşam deneyimi, forumlar… Hele bir devletin şiddeti ve baskısı ile uğraşmak zorunda kalmadan kurucu gücümüzü tanıyabilsek, neler neler olur… Benim hayalim bu ve yalnız olmadığımı biliyorum. Bunca acı, bunca utanç, bunca sefalet, bunca haksızlık, karşısında hayallerimize, umutlarımıza sarılmazsak pek yakında hepimizin nefessiz kalacağını bildiğim gibi…
 

*Uzuncorap.com sitesindeki yazım (http://uzuncorap.com/2014/05/29/soma%E2%80%99nin-ardindan-2ileri-soma-toma-%E2%80%9Cdemokrasi%E2%80%9Dsinden-kendi-demokrasimize%E2%80%A6/)

Gücün, paranın, şiddetin olmadığı yerde eşitiz

birlikte üretiyor



birlikte yiyor

birlikte pişiriyor





birlikte dans ediyor
şarkı söylüyor



özgürce nefes alıyoruz...

Soma’nın ardından -1: Kapitalizmin fıtratı ya da başbakanın terrible two sendromu*

Birkaç ay içinde 3 yaşına basacak kızımın bir süredir beni en deli eden davranışı sinirlendiğinde nasıl ifade edeceğini bilemeyip bazen bana, babasına ya da bir arkadaşına vurmaya kalkışması, bir de eve başka çocuklar geldiğinde hele de sevdiği bir eşyasına dokunurlarsa bu benim diye bağırıp ellerinden çekip alması. Elbette etrafında üç dilin döndüğü bir yaşamı var ve şu anda aslında en hakim olduğu Türkçeyi sadece ben konuşuyorum etrafında, derdini sözsel ifade edemeyip fiziksel davranışa yönelmesinin de, anneden bağımsızlaşarak kendine ait bir benliğinin oluştuğu bir dönemde eşyalarıyla bize aşırı görünen bir özdeşlik kurmasının da gelişimsel bir aşama olduğunu kabul edip sakinlikle baş etmek gerekiyor.
Ama özellikle Türkiye’de yaşanan bu inanılmaz trajik olayları düşündüğümde bu iki mevzuda daha da hassaslaşıyorum. Elbette evveliyatı var ama özellikle son bir yılda geometrik artış gösteren, her seferinde “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” sloganını beynimize kazıyacak şekilde toplumun değişik kesimlerine yönelen şiddet ve başımıza gelen bütün bu rezaletlerin asli sebebi olan özel mülkiyet hırsının küçük nüvelerini bu minicik bedende gözlemleyince, hele de zaten yaşananlar karşısında bitap olmuş sinirlerine insan zor hakim oluyor. Bu ufaklıklar büyüyünce geçiş dönemine özgü hallerin unutulacağını biliyorum da koca koca adamların (ve bazen de kadınların) iki buçuk yaşındaki çocuk davranışları içinde kala kalmalarını nasıl açıklayacağız, kendimize ve daha da beteri şimdi bebek olan çocuklarımıza? Bu park benim, AVM de yaparım, kışla da yaparım, canım isteyince halka açar, istemeyince kaparım, kadınların bedeni benim, doğurup doğurmayacağına, doğuracağı çocuk sayısına, nasıl doğuracağına da ben karar veririm, bu gar benim ister otel yaparım ister iş merkezi, özgürce akan nehirler de benim, önlerine set çeker HES yaparım, bu maden benim ister kömürün tonunu 140 dolara çıkarırım ister 23,8 dolara, çalışan işçiler de benim ister karın tokluğuna çalıştırırım, ister içten içe yanan madene göz göre göre ölüme gönderirim… 

Penguen çizeri Cem Dinlenmiş'in çizimi

Tarımı, hayvancılığı yok et, halkı mülksüzleştir, borçlandır, günde 40 lira yevmiyeye yerin kaç kat altına mahkum et, taşeronlaştır, başkanını kendinin seçtirdiğin sözde bir sendika olsun, iş güvenliği diye bir mefhumu ortadan kaldır, nerdeyse tüm dünyanın imzaladığı ILO’nun 176 sayılı sözleşmesini imzalamayan Afganistan ve Pakistan’daki maden işçileriyle aynı koşullarda çalıştır işçileri, polislere gani gani dağıttığın gaz maskelerinin küflüsünü, bozuğunu ver maden işçisine,  bırak yaşam odasını acil bir durumda yönlendirme yapılmasının olmazsa olmazı üç kuruşluk hoparlör sisteminden, gaz detektöründen bile tasarruf etmeye çalış, önlem alma, yeter ki bant durmasın, daha fazla rekolte, daha fazla kâr, daha fazla rezidans için doğru düzgün eğitim vermeden işçileri köle gibi çalıştır, tek kurtarma planın kendini, şirketini, partini ve iktidarını kurtarmaya yönelik olsun, ölüleri yaralıymış gibi solunum cihazı takıp madenden çıkartmaları için doktorlara talimat ver, korku filminde olsa bakmaya cesaret edemeyeceğimiz sahnelerde öldürdüğün yetmiyormuş gibi bir de ölüsüne, yasına saygı duyma, gerçek rakamları sakla, isimleri açıklama, başbakanı korumaya çalışan polis, asker ve korumalara, onların şiddetine değil yardım edecek ekibe ihtiyaç varken, insanlar çocuklarını, kocalarını, nişanlılarını, karınlarındaki bebeklerin babalarını ararken üstlerine biber gazı, su sık, yetmedi danışmanın bir yandan sen bir yandan yumruk at tekme at, sonra herkesin gördüğünü, bildiğini yok say, korkutarak, tehdit ederek ifadelerini değiştir, yaşadığı acı yetmezmiş gibi bir de geride kalan çoluğuna çocuğuna nasıl bakacağım derdiyle zaten gelecek kaygısı içindeki insanları gözün görmediği kulağın duymadığı yerlerde tazminatını vermeme tehdidiyle korkut, diğerlerini ocak kapanır işsiz kalırsınız diyerek sindir, koca bir ilçeye fiilen OHAL uygula, şu zor zamanlarda insanların kırılgan halinden faydalanıp cübbeli hacı hoca takımını sal aralarına ki kaderlerine daha kolay boyun eğsinler, isyan etmesinler, dünyalarını, üç duayla, umre mükafatlarıyla daralt ki görmesin gözleri sömürünün gerçek yüzünü, onlar dışında bölgeye tanıklık etmek, gözlem yapmak, destek olmak için gelen avukatları, öğrencileri yaka paça işkence ederek gözaltına al, onları savunmaya gelenleri de gözaltı repertuvarına ekle, dolaylı/dolaysız hâlâ kesin rakamdan emin olamadığımız bu katliamın sorumlusu lacivert takım elbiselileri koruyacağım diye kör topal ilerleyen çalışmaları durdur… Saymakla bitmiyor ki, ne bu vahşi düzenin yıktığı ocakları, anasız, babasız, çocuksuz bıraktığı evlere, ne de sonrasında muktedirlerin mesuliyet kabul etmek şöyle dursun bir de suçluyken güçlü hale geçme pişkinliklerine tahammülümüz kalmadı.
Ortalama bir algı ve zeka düzeyine sahip herkesin anlayabileceği bir şey, bir ton kömürün maliyeti bir yerlerden kısmadan 130- 140 dolardan nasıl 23,8 dolara düşürülür? Alp Gürkan’ın elinde sihirli bir değnek olmadığına göre, işçinin ücretinden, iş güvenliğinden kısarak elde etti bu düşüşü.  Madende güvenlikçi olarak çalışan bir madenci çok güzel özetliyor: “içeride bir şeyler döndü”, evet kurtarma sırasında bir şeyler döndüğü gibi öncesinde ve bu noktaya gelinmeden döndü asıl bir şeyler. Basit kural: kapitalizm artı-değer yarattığı oranda varlığını sürdürebilir. Aslında Başbakan başka bir açıdan doğru söylüyordu, bu işin fıtratında bu var. 150 yıl önce sakallı bunu uzun uzun inceledi, kapitalist ekonominin ana ilkesi olan emek-değer yasasına göre toplumun temelini canlı emek gücü (bu olayda madenci) oluşturur. Canlı emek gücünün gerekli ürünün ötesinde, fazla üretim yaptırılıp artı- değerine el konularak sermayedar da sermayesine sermaye katmaktadır.  Bugün neoliberalizm altında işleyişte kimi değişiklikler olsa da meselenin özü değişmemiştir, asıl değeri yaratan canlı emek gücü işi sevip sevmemesinden bağımsız, fabrikaya, madene, şirkete, karnını doyurabilecek kadar ücret nereden eline geçebilecekse oraya mahkûm edilecek, yoksullar bedava dağıtılan kömüre mahkûm edilecek, insanlar patronların elindeki “kaderlerine”  mahkûm edilecek ki bu çark dönsün… Bu katliamın özetini röportaj yapılan bir maden işçisi söylemiş: "bu olayın sorumlusu zenginler, patronlar... Sırf zengin daha fazla kazanması için bu insanları kurban ettiler"… Evet, kapitalist ekonominin bugünkü neoliberal işleyişinde ve özellikle AKP iktidarı sırasında had safhasına varan muhafazakârlık ve cemaatçiliğin acı sosuna bulanmış, eş-dost kayırmacı versiyonunda işçi ölümleri de, kadın cinayetleri de, doğa katliamları da, savaş da bu işin fıtratında var.

*Uzuncorap. com sitesinde yayınlanan yazım (http://uzuncorap.com/2014/05/27/soma%E2%80%99nin-ardindan-1-kapitalizmin-fitrati-ya-da-basbakanin-terrible-two-sendromu/)



8 Mayıs 2014 Perşembe

Mavi Dağlarda Paskalya Tatili

     1. Gün (Yol halleri)
Daha Jamaika’ya adımımızı attığımız ilk haftadan beri gitmeye niyetlendiğimiz Jamaika’nın dağlık bölgesi Blue Mountain’a sonunda gidebildik. Aslında 22-23 Şubat’ta Blue Mountain Müzik Festivali sırasında gitmeyi düşünmüş, sonra da Jamaika’ya geleli iki hafta olduğundan hiçbir rezervasyon yapmadan hazırlıksız gidip 2,5 yaşında bir çocukla orada sefil olmayı gözümüz yememişti. Şimdi gezip gördükten sonra gel de pişman olma, o şahane doğada konser eminim çok etkileyicidir, neyse seneye diyelim…
Yola çıkmadan bir gece önce Jérôme’un iş arkadaşlarıyla Paskalya yemeği vardı Half Moon otelde (Burayı özellikle belirtiyorum çünkü gezinin sonu bir şekilde buraya bağlanacak, kemerlerinizi bağlayın). Etrafta benim karışımdan daha büyük topuklularla yabancı turistlerin dolaştığı bol yıldızlı bir otel olan Half Moon, deniz kenarında kolonyal bir yapı. Ancak denizin çok yakınında yapıldığından bina rüzgârı kesiyor, yemek boyunca sırtımızdan damlayan terler yetmiyormuş gibi Serena da arkadaşlarını bulunca her zamanki gibi ayakkabılarını bir köşeye fırlatıp koşturdu durdu, doğru düzgün yemek de yemedi. Oysa çocuklar için boylarına uygun, kırılmaz tabak çanak kullanılan bir açık büfe bile vardı bu lüks otelde. Koşturmaktan biraz yorulunca çocuklar kumsalı keşfedip saatlerce kumlardan yemekler, oyunlar icat edip durdular. Ayrılma vakti geldiğinde grubun bir kısmı (tabi çocuksuz olanlar) Doctor’s Cave’e gitmeyi teklif ettiler. Serena’ya bara mı gidelim eve mi dönelim diye sorunca bara gidelim diye atıldı kuzucuk, bar onun için çocukların etrafta koştuğu, kumların falan olduğu eğlenceli bir yer sanırsam. Gündüzleri plaj akşamları da bar hizmeti veren Doctor’s Cave Beach’i merak ediyordum zaten, bu yorgunlukla yolda zaten Serena uyuyakalır biz de onu pusetine koyar birer kadeh bir şey içeriz diye düşündüm. Mekânın çok gürültülü olması durumunda, B planı olarak birkaç hafta önce bir arkadaşın doğum gününde olduğu gibi Jérôme Serenayla eve döner ben de daha sonra ev tarafına giden arkadaşlardan biriyle geri dönerim diye düşündüm. Gel gör ki C planı doğalında gelişti. Varana kadar arabada uyuyan Serena pusete alırken “geldik mi” diye gözlerini açtı. Neyse pusette bir süre sonra uyur herhalde diye umut ederek girdik mekâna. Açık hava olmasına rağmen, ara ara etraftan gelen marihuana kokuları ve Jamaikalılar için alçak ama bizim için yüksek volümdeki müziğe rağmen kalmaya inat ettik. Bir süre kucağımdan inmeyen Serena’yı kumsala doğru bir yerde kucağımda pışpışlayarak uyutmayı becerip zafer kazanmış anne edasıyla onu tekrar pusetine koyar koymaz greyfurt sulu Appleton (Jamaika’nın geleneksel içkisi romun en yaygın markası, Rom yerine Appleton demek yetiyor) bardağını kafama dikmem bir oldu. Tam müziğin ritmine kendimizi kaptırıp bir iki dans edelim derken, uzun süredir burada çalışan Jérôme’un arkadaşlarından birinin eşi yanımıza geldi, çocuğun kimin olduğunu merak eden bar sahibini tanımıyormuş. Meğer 18 yaş üstü kuralı burada da geçerliymiş, patron “burada uyuşturucu var, seks var, polis gelse bize ceza kesebilir” demiş. “Aman neyse yarın sabah erken yola çıkacağız zaten, alın barınızı başınıza çalın hıh!” deyip arkamızı dönüp çıktık. Çıkarken de içimden geceleri Serena’yı bırakabileceğimiz bir çözüm bulmalıyız diye söylenip durdum. Neyse böyle hareketli bir gecenin sonunda uykusunda birkaç sefer öksüren Serena toplamda yedi saati bulan yolun büyük kısmında da uyudu. Biraz hastalık kokusu aldığımdan nezle grip gibi durumlarda faydasına inandığım meşhur homeopatik Oscillococcinum’dan verdim yol boyunca.
 
Montego Bay’den Blue Mountain’a varmak için önce düz otobanda 2-3 saat doğuya gittikten sonra güneye doğru direksiyon kırıp dağlık, bol virajlı, uçurumlu bir yoldan ilerliyorsunuz.  Bu arada otoban dediğime bakmayın, en fazla 80 km olan hız limiti, çoğu yerde yerleşim bölgelerinden geçildiğinden 50’ye düşüyor. Tabelalar da düzgün konulmadığından zaman zaman hız sınırının kaç olduğunu sezgilerinizle tahmin etmeniz gerekiyor, bu da radarlarıyla konuşlanmış polisler için mükemmel fırsat. Bu tuzağa biz de düştük. Daha önce Fas’ta da başımıza gelen bu uygulamayı çok saçma bulduğumu söylememe gerek yok sanırım. Doğru düzgün tabela koyma sonra da milletten para iste. Neyse ki yine şeytan tüyü taşıyan Jérôme’un sayesinde Fas’ta da olduğu gibi bir şekilde ceza ödemeden yırttık. Polis çevirmelerinden yırtma konusunda şeytan tüyü taşıyan babamın bir dünya konuşarak yıldırma taktiğinin aksine Jérôme’un taktiği de olabildiğince sakin ve soru sormadan durmak, her ne hikmetse ikisi de bu konuda pek başarılı, ben muhatap olsam kesin en yüksek cezayı öder, hatta geceyi de en yakın polis karakolunda geçiririz, üniformalılarla yıldızım barışamadı, sevmiyorum, onlar da beni sevmiyor. Nokta.
Neyse dağlık yola girdikçe coğrafya ile beraber iklim de bitki örtüsü de değişiyor nispeten. Nemli, insanı yapış yapış eden sıcağın yerini, hafif bir esinti ve bol oksijen alıyor. Saat de ilerlediğinden güneş yüksek dağların ardında kalıyor. İlk gece kalacağımız Rafjam’e 1-2 saat kala The Gap Cafe’de durup biraz mola verelim diyoruz. Jérôme daha önce Jamaika’da çalıştığından biliyor bu civarları ve buranın güzel manzarası olduğunu söylüyor. Hoş, bu mavi sıradağlarda istisna güzel manzara değil, güzel olmayan manzara. . Deniz seviyesinden yaklaşık 1300 metrede, beyazlı dekorasyonuyla, gerçekten büyüleyici manzarasıyla hoş bir mekân The Gap.

Kanepe diye tutturmadan biraz önce The Gap'de ahududu ziyafeti 
 O sırada Serena’nın ateşinin ve öksürüğünün arttığını fark edip, Calpol veriyorum. Şu çocuk şuruplarını bu kadar aromalı yapmasalar diyorum içimden, yine bizimki pek memnun, bayılıyor ilaç verilmesine, hayır hasta olmak iyi bir şey, şurup da ödül zannediyor zavallıcık. Jamaika’da genelde ateş durumunda “Fever Grass” (ateş otu) dedikleri bitkinin çayını yaptıklarını biliyorum. Trevor onda kaldığımız gecenin sabahında kahvaltıda kendi bahçesinden topladığı bol şekerli fever grass çayından ikram edip, faydasından bahsetmişti, Serena da bayılarak içmişti. Genelde lemon grass da denilen bu bitkiye Jamaika’da fever grass diyorlar ateşe, üşütmeye, gribe iyi geldiğinden. Sri Lanka’da kaldığımız evin bahçesinde de vardı ve Shanty’nin annesi “ammaamma” (anneanne) bahçeye kendi yaptığı toprak ocakta pişirdiği leziz yemeklerde sıkça kullanıyordu. Burada poşet çay halinde de bulunabildiğinden belki vardır diye soruyorum, yokmuş ama nane çayı buluyoruz bir de meyve suyu sipariş edip, kuşlar için koydukları suluklardan su içmeye gelen “hummingbird”leri seyre dalıyoruz.


Dikkatli bakın su içmeye gelen minik arıkuşlarını göreceksiniz 
Bu kadar hızlı kanat çırpan bu kadar küçük kuşları hayatımda ilk kez görüyordum yakından. Türkçe’de sinek kuşu ya da arıkuşu denen arıyla kuş arası boyuttaki minnacık kuşlar Jamaika’da hayli yaygınmış, sonradan bizim evin civarında da bolca olduklarını fark ettim. (Çok zengin kuş çeşidine sahip Jamaika'nın kuş gözlemcileri için tam bir cennet olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim). Bu arada gözleri iyice kayan Serena “ben yatmak istiyorum” diye tutturmaya başladı, “yatak yok kızım burada, bekle arabada uyursun” desem de “ben gördüm içeride kanepe var yatacağım kanepede” demez mi? Gerçekten de girişte kanepe tarzı bir şey varmış, içeri girer girmez gözüne kestirmiş demek.  Gap Cafe’den hemen önce Blue Mountain Müzik Festivali’nin de gerçekleştiği Holywell Milli Parkı’na burnumuzu sokup burayı gezmeye vaktimiz olmaz hava kararacak diye kapısından geri dönerken kapının önünde müşteri bekleyen ahududu satıcısının ısrarlarına dayanamayıp, bir miktar almıştık. Sanırım hayatında ilk kez ahududu gören Serena Gap Cafe’de resmen koptu ahududulara. Bence insan en çok hastayken dinliyor vücudunun sesini, hiç ses etmedim canı ne isterse yesin, hem tadı ve görünüşü itibariyle pek C vitaminli göründü gözüme taze toplanmış ahududular (yanılmamışım araştırdım C-vitamini deposuymuş). O sırada yağmaya başlayan yağmurdan garson kızın getirdiği şemsiye sayesinde korunarak içeri geçtik, Jérôme’un toparlanmasını beklerken de Serena uzandı kanepesine ben de mekânın dekorasyonunu, duvardaki fotoğrafları incelemeye daldım, bayılıyorum yeni bir yeri, en ufak ayrıntısını incelemeye. Kafeden ayrılırken garson kız beni de götürür müsünüz diyor. Meğer akşam 6’da kapanıyormuş, o kapıyı kilitlerken, kafeye girerken de dışarıda bekleyen bir grup kız daha arabanın arkasına atlıyor. Kendim de zamanında az otostop çekmemiş biri olarak, otostopçu almanın ayrıca hoşuma gittiğini söylememe gerek yok herhalde. Ama Jérôme’ların özellikle olası bir kazada sorumluluk almak istemeyen işyerinin güvenlik kuralları gereği aslında arabaya başka birisini almak yasak. Ama çok fazla toplu taşıma imkânının olmadığı bu bölgede almamak insanları olmaz. Hem Blue Mountain’ın sıkça 4x4 özelliğini kullanmak durumunda kaldığımız engebeli yollarında bizim de işimize geliyor, araba ne kadar ağır olursa araba ve dolayısıyla arkadaki çocuk koltuğunda uyuklayan Serena’nın kafası o kadar az sallanıyor. Pickup’ın arkasındaki kızların neşeli gülüşmeleri eşliğinde Blue Mountain’ın dolambaçlı yollarında yolumuza devam ediyoruz.  Bir barın önüne geldiğimizde cama vuruyorlar, rengârenk boyalı barın orada onları bekleyen bir adam “nereden buldunuz bu maymunları” diye takılıyor bize, kahkahalar arasında vedalaşıyoruz. Adının Bubbles olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bu neşeli bar daha sonraki günlerde uğrak noktalarımızdan biri olacakmış o anda bilmiyorduk. Artık hava iyice karardığında internetten fotoğraflarına bakıp hoşumuza giden Rafjam’in tabelasını görüyoruz, anayoldan ayrılan toprak yol ormanın içinden yavaş yavaş aşağıya doğru gidiyor. Tabelaları takip ede ede pansiyonu buluyoruz. (Ben yolun buraya kadar devam etmesine şaşırıyorum ama aslında alışmam gerekecek çünkü Jamaika’da yollar karınca evi gibi, bir yerlerde muhakkak bir ev var ve ona giden yol da ve sonra o yol başka bir yola bağlanıyor ve hayat sürprizlerle devam ediyor…) Ne kadar şahane bir doğanın içinde olduğumuzu tam olarak sabah uyandığımızda idrak edeceğimiz bu pansiyonda her şey ahşap. Bizi odamıza götüren daha önce telefonda konuştuğumuz Susan’a kızımın ateşinin olduğunu ve yemeği bekleyene kadar fever grass çayı yapmalarının mümkün olup olmadığını soruyorum. 
Fever grass bitkisi
Hemen bahçeden otları toplayıp sıcacık çayı getiriyorlar. Biraz çaydan içen Serena’nın yemeği bekleyecek hali yok, “uyumak istiyorum” diye tutturuyor. Hastayken uykunun yemekten daha iyi geldiğini biliyorum, hatta Sri Lanka’da bebekler hastayken anne sütü (ya da biberon) dışında hiçbir şey vermediklerini hatırlıyorum. Biraz uyusun belki acıkınca yer diyerek odada yanına uzanıp uyutuyorum. Balıkların hazır olduğunu Jérôme haber verince yanımızda getirdiğimiz bebek telsizini şarja takıp yemeğe koşuyoruz. Hem çok açız hem de ilk kez dışarıda acı olmayan bir şey bulmanın mutluluğu ile gey olduğu izlenimini veren son derece sevimli ve kibar aşçının hazırladığı akşam yemeğinden küçük bir tabağa Serena için ayırıp geri kalanı silip süpürüyoruz. Bu arada aşçının cinsel kimliğini özellikle vurgulama gereği gördüm çünkü kimi açılardan oldukça maço bir kültüre sahip Jamaika geyler için pek rahat bir ülke değil. LGBT olmak açıkça yasak olmasa da mesela erkeklerin erkeklerle cinsel ilişkiye girmesi durumunda on yıla kadar hapis cezası söz konusu. En homofobik ülkelerden biri olarak tanımlanan Jamaika’da işlenen cinayetlerin bir kısmı maalesef hiçbir yasal hakka sahip olmayan LGBT bireylere yönelik. Dolayısıyla Jamaika’da açıkça cinsel kimliğini yaşayan geylere rastlamak pek mümkün değil, belki de son derece leziz yemekler pişiren bu aşçı arkadaş da bu yüzden dağın başında, gözlerden hayli uzak bu pansiyonda çalışmayı tercih etmiştir. Hem ertesi gün orada bulduğumuz Fransızca Guide Routard’dan öğrendiğimize göre Belçikalı eşi ile beraber bu pansiyonu açan Susan da oldukça açık görüşlü bir işletme sahibi gibi görünüyor. Yemekten sonra bir daha ölçtüğüm Serena’nın ateşi 38,5’u geçiyor, cevabından korktuğum için ne kendime ne de başkasına en yakın hastane ya da doktoru sormuyorum bile. Yanımda yol boyunca ara ara verdiğim yan etkisi olmayan homeopatik ilaç, Calpol ve Türkiye’den gelirken hem kırılmasın hem de yük etmesin diye plastik bir kaba koyduğum daha önce ateşi olduğunda doktorun Calpol’le dönüşümlü verebileceğimi söylediği adını bile hatırlamadığım pembe ilaç dışında bir şey yok. 4 saatte bir mi yoksa 6 saatte bir mi veriliyordu, en son hangisini kaçta vermiştim yol yorgunluğu ile bunların cevaplarını da bilemeden göz kararı veriyorum bir şeyler. Alnına ıslak bez koymak için ne oyunlar yapıyoruz ama yok bizimki nuh diyor peygamber demiyor asla alnına koydurmuyor ıslak bezi, birkaç dakikalığına kolunun eklem yerine koymaya ikna edebiliyoruz. Tek umudum pek sık hastalanmayan, hastalandığında da genelde kısa sürede toparlayan Serena’nın bağışıklık sisteminin gücüne olan inancım. Bunu da Serena’nın uzun süre anne sütü emmesine bağlıyorum kendimce, şu anneliğin çocuğun her olumlu özelliğinden kendine pay çıkarma illetinin de etkisiyle (Tabi derhal kurtulmakta fayda olan bu illette madalyonun öteki yüzü ise her olumsuz özellikten suçluluk duyabilme potansiyeli). Neyse bir şekilde sabahı ediyoruz ve neredeyse 12 saate yakın derin bir uykunun sonunda Serena ateşi düşmüş bir halde hayli keyifli uyanıyor, güneşli bir sabaha günaydın diyoruz yanımızda akan derenin sesi eşliğinde… Bense nelere şükredeceğimi bilemez bir halde kafamda olduklarının farkında bile olmadığım kötü senaryoları silmeye çalışıyorum derhal…

24 Mart 2014 Pazartesi

Kara kaşlı küçük prensin ardından…Bir ekmek niye kanar?... *


Hani bir şey ters gider hayatta, hatta gitti mi bir sürü şey birden ters gider, bir anda tepetaklak olmuş, dibe batmış hissedersin. Battıkça batarsın, ama bilirsin ki an meselesidir düştüğün dipten yeniden ayağa kalkman, en dibe batacaksın ki yerden güç alıp yeniden yükselesin. Bilirim herkesin vardır böylesi dipleri.
Şimdi, bugünlerde yine yaşıyorum o dibi, ben, sen, o, her birimiz, toplum olarak, dünya denen karaya dönmüş mavi renkli gezegenin dört bir yanında… teker teker kendi küçük dar sokaklarımızda ve hep beraber haykırarak geniş sokaklarda… Üç ağaç, beş ağaç, bir can, bir can daha, iki can etmiyor milyonların yüreği oluyor, iki can yetmiyor, Ethem ölüyor, Mehmet ölüyor, Abdullah Cömert oluyor… yakartop oynardık kalan canlarımızla çıkan arkadaşları geri alırdık oyuna, Abdocan da elinde kalan tek bir canıyla arkadaşlarını geri almaya çalışıyor,  Medeni oluyor, koca bir ülke ediyor, Ali İsmail korkmuyor, daha kaç can gerekiyor, Ahmet ölüyor, dünya oluyor, dünya ölüyor, tamam diyorsun artık yeter, onlarcanın gözü çıkıyor, dibi gördük, gelmiyor o en dip, kasetler, ayakkabı kutuları çıkıyor, ses kayıtları, lanet olası daha ne kadar batabilir ki insanlık, vicdanın kilosu olur mu? Oluyor topluyorsun çıkarıyorsun ede ede 16 Kilo ediyor,  yürekler tek bir ismi haykırıyor, Berkin Elvan gidiyor…  “On dört yaşı diken ile kaplanıyor”… şarkılardan nefret ediyorsun… Ya Basta! Diye haykırmıştı Zapatistalar, işte öyle haykırıyorsun, Artık yeter! Ama gelmiyor, bir türlü görünmüyor dip, hani o basıp da yukarı çıkacağın o kahrolası en dip gelmiyor, Berkin ekmek almaya gidiyor, geri gelmiyor… 2,5 yaşındaki kızına sarılmak sımsıkı sarılmak istiyorsun… sarılamıyorsun, sarılsan suçlu hissediyorsun,  çocuklarına artık sarılamayacak anaların gözlerinden utanıyorsun,  lokmalar diziliyor boğazına, ekmek görmek istemiyorsun, ekmek olmak istiyorsun, evet sadece bir somun ekmek olmak istiyorsun, Berkin’in koşup getiremediği ekmek olmak istiyorsun, biliyorsun bundan böyle hiçbir anne çocuğunu içi burkulmadan ekmek almaya gönderemeyecek, ekmeğimizde artık kan sesleri var… bir ana haykırıyor “Dünya cennettir bir parça ekmekle insan doyuyor”… Ama kimilerinin gözü doymuyor… İnsafa gelir sandıkların bir türlü insafa gelmiyor… Hrant’ın ayakkabısının altındaki delikte, Uğur Kaymaz’ın 12 yaşındaki bedenine saplanan o on üç kurşunda çıkmayan vicdan, bir somun ekmeğe çıkacak sanıyorsun, çıkmıyor kahrolası çıkmıyor ortaya, o en dip yine gelmiyor, uyusan uyuyamıyorsun, uyansan uyanamıyorsun… anneliğinden utanıyorsun, ana baba olmak hiç bu kadar ağır gelmiyor, 16 kiloyu hiçbir vicdan tartmıyor… tek istediğin bir dost omza başını dayamak bu saatten sonra… Berkin’i milyonlar geri getirmek isterken başka bir can daha gidiyor… Burakcan oluyor…  kurban gidiyor kirli oyunlara, oyunlarına… yakartop böyle oynanmaz ki, canla can alınmaz ki? Yakartoptan, oyunlardan nefret ediyorsun… Oysa sen biliyorsun… anaların gözlerinden babaların sözlerinden biliyorsun… yavrunun gözlerine bakamıyorsun… belki sokaklarda bir slogan daha fazla söyleseydim, bir tweet daha atsaydım, ne bileyim bir yazı daha yazsaydım, bir şarkı söyleseydim, belki önleyebilir miydim tüm bunları … gerçekler açığa çıksın diye bir video daha paylaşıyorsun… olmuyor, en dip bir türlü görünmüyor, bilgisayar başında oturup kilometrelerce uzaktaki ülkenden beyaz atlarına binip giden küçük prenslerden haber almaya çalışmaktan gözlerin acıyor, sinirden, öfkeden, ağlamaktan için kuruyor… kızının sarı saçlarında, ela gözlerinde, beyaz teninde, devlet dersinde öldürülen Ceylan’ın siyah koca gözlerini, Berkin’ın kara kaşlarını görüyorsun… devletten de derslerden de nefret ediyorsun, bir tek çocukları seviyorsun, bir de çocuklar ölürken susmayanları, o çocukları seven diğer yürekleri seviyorsun… kelimelerden, ağıtlardan da nefret diyorsun ama olmuyor, yazmasan çatlayacak gibi oluyorsun… deliriyorsun…
******
Yıllar önce, Berkin’in doğduğu sene deprem bölgesinde hayatı normale döndürmek amacıyla bir vakfın çalışmalarına katılırken “travma sonrası stres bozukluğu” eğitimleri almıştık. En önemli aşamalarından biri anlatmak, anlattırmaktı. On dört yıl sonra durup dururken değil, teker teker çocuklar bilerek isteyerek öldürülürken bu eğitimi hatırladım yeniden. Sözün bittiği yer olduğunu bile bile sohbetlerde, internette her yerde bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, kimi zaman bak bu rezillikleri de bilinirse belki insafa gelir birileri diye ama artık Berkin’in cenazesinden sonra yaşananlar da gösterdi ki vicdan, onur ve insaf gibi değerler kimilerinin gönül evine hiç uğramamış. Bir eylemde yazmışlar “269 gün toprak almaya utandı siz utanmadınız diye”… Koca bir kabusta gibiyiz, bağırırsın bağırırsın kimse duymaz ya sesini ve bir süre sonra sen bile duyamaz hale gelirsin kendi sesini… Biz çocuklarımıza içinde şiddet sahnesi olmayan bir çizgi film bulacağız diye kılı kırk yaraduralım,  yolda yürürken, bir ağaca sarılırken, cenaze dönüşü, parkta otururken böcek ilaçları gibi üstümüze sıkılan gazlar, plastik mermiler, kafamıza yediğimiz gaz kapsülleri, coplar ve onca ölüm yetmezmiş gibi en çok da sesimizi duyuramadığımız bu kabustan dolayı travma yaşıyoruz… İktidar ve para hırsıyla gözü dönmüş bir avuç zalim yüzünden evet koca bir toplum travma yaşıyoruz… dayanamıyoruz söylemeliyiz, söylemezsek öfkeden ikiye yarılacağız… kendimden biliyorum…

11 Mart 2014 Günü
Berkin’in ölüme son direndiği gece, onun yaşadıklarından habersiz korkunç bir baş ağrısıyla uyuyamamıştım nedensiz. Ertesi sabah birkaç hafta önce Seafort adındaki eski bir Alman kasabasında kilisenin hasat şenliği sırasında tanıştığım Father (Peder)Jim Türk olduğumu öğrenince Negril’de yaşayan bir Türk tanıdığını söylemişti. Biraz internet araştırması sonucu dört yıldır Jamaika’da yaşayan Emrah’ı bulup, daveti üzerine 11 Mart günü çalıştığı otelde gerçekleştirilen Kültür Günü’ne gittim Serena’yla. Yüz yüze ilk kez karşılaşmamızın merhaba, nasılsınız’lardan sonraki belki üçüncü cümlesi “Çocuk öldü” oldu. Sabah toparlanıp bir saat uzaktaki Negril’e gitme telaşı içinde internete bakamamıştım. Kalakaldım. Evet, belliydi, 16 kiloya düşmüştü, ama Berkin direngendi, 268 kere bunu görmüştük. “Uğursuz adam aradı ondan gitti çocuk” derken Emrah, ben iki gün önce sahilde Jamaikalıların ve turistlerin meraklı bakışları altında elimde bir taş parçası, kumlara #DirenBerkin, #UyanBerkin yazışımı hatırlıyordum… sonra dalgalarla yazının silinişini … “Suya yazdım adını affet beni çocuk, dalgalar adını alıp götürmese, 270. günü görürdün belki” diyorum içimden. Kendime kızıyorum. Jamaika’da iki Türkiyeli, aklımızın yarısını zor tutuyoruz. Otel sahibinin kurduğu vakfın çocuklara kütüphane oluşturmak için düzenlediği şenlikte biz yasımızı tutuyoruz. Saatler geçiyor, Negril’deki çeşitli okullardan gelen Berkin yaşında çocuklar aylardır hazırlandıkları şarkıları söylüyorlar, oyunları sergiliyorlar, alkışlıyoruz, biz orada 2 Türkiyeli Berkin’in direnişini alkışlıyoruz… saatler geçiyor, sohbet derinleşiyor, Serena ilk kez gördüğü Emrah abisinin omuzlarında oyunlar oynuyor, biz iki “zıt” siyasi geçmişimizle aynı çocuğun yasını tutuyoruz… Bağış yapıp, kütüphanenin duvarını oluşturacak iki tuğlaya Berkin’in adını yazıyoruz, rastgele iki tuğlaya… sonradan fark ediyorum aradaki tuğlaya başka birisi “One Love” yazmış… Sonra bir ara “Din işte böyle kitleleri uyuşturuyor” diyor Emrah, aylardır yıllardır Türkçe konuşmaya hasret anlatıyor, ben o gün bir insanla tanışıyorum, ben o gün hayatımda ilk kez eski bir ülkücüyle sohbet ediyorum, elinde telefon Türkiye’den haberleri aktarıyor, bir ara Milli Eğitim Bakanı istifa etmiş diye haber veriyor, çölde bir parça su bulmuş gibi sevinecek oluyoruz, dedim ya toplumca travma yaşıyoruz, Berkin ölüyor, biz istifaya seviniyoruz, ha zaten o da serapmış, ona da eyvallah diyoruz… Boy boy kara kara çocuklar “One Love”ı söylüyor, sanki Berkin “Çocuklar öldürülmesin ekmek de alabilsinler” diye bağıra bağıra onlara eşlik ediyor… o andan sonra dünyanın bütün çocukları Berkin’in haşarı gözleriyle bakıyor, onun çocuk sesinde şarkılar söylüyor, ben artık gözyaşlarımı tutamıyorum, kızım görmesin diye sırtı bana dönük şekilde kucağıma oturtup ritme kendimi kaptırıyorum …

One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
Hear the children crying  (Çocukların ağladığını duy)
Hear the children crying (Çocukların ağladığını duy)
Let them all pass all their dirty remarks (Bırak onların tüm kirli düşünceleri geçsin gitsin)
There is one question I`d really love to ask (Gerçekten sormak istediğim bir soru var )
Is there a place for the hopeless sinner?
Who has hurt all mankind just to save his own?
Sadece kendini kurtarmak için tüm insan ırkını inciten /Umutsuz bir günahkar için bir yer var mı?)
Believe me (inan bana)
One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
As it was in the beginning (Başlangıçta olduğu gibi)
So shall it be in the end (sonunda da öyle olsun)….
One more thing
Bir şey daha
Let`s get together to fight this Holy Armageddon (Şu Kutsal Armagedon ile savaşmak için bir araya gelelim)
So when the Man comes there will be no, no doom (Öyleyse insan yola geldiğinde, acı akıbet olmayacak )
I`m pleading to mankind (İnsan ırkına yalvarıyorum)



Gözüm Berkin'in adının yazdığımız tuğlalarda, Bob Marley’nin sözleri okul korosundaki Jamaikalı çocukların detone, ürkek seslerinde o gün olduğu kadar anlamlı bir daha hiç olmayacak.  Onu biliyorum. Oysa şarkılar, şiirler tüm anlamlarını Berkin’in bedeniyle beraber kaybetmediler mi? Niye dinliyorum, niye hâlâ buradayım? Hayat devam ediyor… Neden sonra sahneye oralı kırık bir genç çıkıyor, çocuklardan daha da detone hiç duymadığım bir şarkıyı söylüyor, zaten kafam yerinde değil, hiçbir şeye tam konsantre olamazken sözcükler kulağımda çınlamaya başlıyor…

All my friends which passed away /Meet me at the river some day/To all my fallen friends 
(Göçüp giden tüm arkadaşlarım/Bir gün nehirde buluşalım/ Düşen tüm arkadaşlara )
Life goes on/ on and on/Till we meet again 
(Hayat devam ediyor/ durmadan devam ediyor/Yeniden buluşana kadar)
My friend died which he never deserved at all (Arkadaşım öldü/hiç hak etmeden öldü) …



Jamaika’da düğünler gibi cenazelerde de şarkı söyleyip dans ediyorlar, dersin ki bugün orada kendi usullerinde Berkin’e cenaze töreni yapıyorlar. Oysa hiçbirinin haberi yok, biz orada sadece iki Türkiyeli yasımızla baş başa, şaşkın, kırgın, öfkeliyiz…
Kapanış konuşması için Father Jim elinizi göğsünüze koyun ve iyi bir dilekte bulunun diyor, içimden Berkin diyorum, bir de değişsin artık bu oyunun kuralı, yakar top böyle oynanmaz ki diyorum, hıçkırıklarımı tutamıyorum,  bir bakıyorum karşımda tanımadığım bir turist kadının gözleri doluyor…
Ben o gün denizin içine batan kızıl güneşle son kez Berkin’in adını kumlara yazıp ölümsüzlüğe uğurluyorum kara kaşlı küçük prensi… 

*Daha önce dost site uzuncorap.com'da yayınlandı.
 (http://uzuncorap.com/2014/03/18/ekmegimde-kan-sesleri%E2%80%A6-kara-kasli-kucuk-prensin-ardindan%E2%80%A6/)

7 Mart 2014 Cuma

Çalmak var çalmak var

“Sana gitme demeyeceğim. 
Üşüyorsun ceketimi al. 
Günün en güzel saatleri bunlar. 
Yanımda kal.”*
Demiş ya şair. Benim için günün bu “en güzel saatleri” Boğaz’da bir vapurda tarihi yarımadaya doğru kafamı çevirip de göğe baktığımdaki günbatımıdır. Jamaika’da güneşin en güzel battığı yerlerden biri Negril’miş, hatta dünyada çapında ünlüymüş Negril’in günbatımları, görmedim henüz bir şey diyemeyeceğim.
Montego Bay’deki yeni hayatımızda benim için günün en güzel saatleri ise sabah altı buçuk civarında uyanan Serena’yı, işe giderken okula bırakmak üzere Jerome’un arabasına bindirene kadar geçen telaşlı ve stresli iki saatin ardından balkonda kahvemi ve sigaramı içtiğim an. Gerçekten de İstanbul’da bazen sabah onlara kadar uyuyan çocuğun burada rekoru saat sekiz, o da sadece bir gün. Burada güneş yılın her ayı saat altı buçuk gibi erken batıyor ve erken doğuyor, muhtemelen pencerelerde de panjur olmadığından bizimki ışığı hisseder hissetmez uyanıyor. Bense baykuş soyundan geldiğime inanıyorum, bütün öğrencilik hayatım boyunca sabahlamadan bitirdiğim ödev sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Biraz son dakikacılıktan, biraz hep aynı anda bir dünya işi yapmaya kalkışmamdan ama kesinlikle tembellikten değil. Karadenizli de değilim ama elimde değil IQ’um güneş batınca yükseliyor. Neyse benim gibi geceleri oturmayı, okumayı, çalışmayı seven biri için bu ritim yeterince zorlayıcıyken iki buçuk yaşında bir kız çocuğunun sabah elbise dolabındaki bütün elbiseleri deneyip, “o değil, öteki, kalpli değil, çiçekli, kelebekli değil, kedili” mızmızlanmaları arasında kahvaltı hazırlamaya, sonra bir yandan tabağındakileri yedirirken bir yandan okula götüreceği beslenme çantasını hazırlamaya, hem de bunları afyonu patlayamamış bir halde, bir gözü açık diğer gözü uyurken yapması ve tüm bunlar olurken sinirlenmemeye çalışması harika bir sınav.
Geçenlerde bu zorlu sınavı atlattığım sabahlardan birinde, bizimkilere el sallayıp öpücüklerle gönderdikten sonra ağzıma bir iki lokma bir şeyler atıp elimde telefon hemen balkona koştum. Malum “Başçalan” ve saz arkadaşlarının ailecek yeni albüm kayıtları bir bir yayınlanıyordu. İnternetin icadına katkısı bulunan tüm emektarlara kilometrelerce uzaktaki memleketin 7 saat farkla da olsa nabzını tutmamı sağladıkları için saygıda kusur etmeyip yeni “tape”leri dinlemeye başladım gülmekle ağlamak arası… Kâh öfkelendim, kâh moralim bozuldu, ama hiç şaşırmadım… evet hiç şaşırmadım. Bir an belki söz konusu paraların miktarını ya da bundan sonra olabilecekleri tahayyül etmeye çalışmak ya da sadece karşımdaki denize bakıp bir nefes almak için başımı kaldırdığımda iki gözle karşılaştım. Soluk kahverengi kıyafetlerin içinde cılız bir bedene oturtulmuş iki mahcup göz… İki mahcup göz benim dalgın ve aslında denizaşırı bakarken, sırf onun mahcupluğundan dolayı merakla bakmaya başlayan gözlerimden elindeki siyah torbaya kaydı. Sonra diğer elindeki kırmızı çiçekleri bir hamleyle o siyah torbaya tıkıştırıp aceleyle bahçenin benden uzak bir köşesine doğru ilerleyen iki mahcup bacağa dönüştü iki mahcup göz.  Mideye giren iki lokma, kahve, nikotin ve ülke haberleri ile patlayan afyonumun da etkisiyle aslında birkaç gün önce onu gördüğümü hatırladım. Sonraki günlerde de o beni görmese de ben onu ve acemi hırsızlığını görecektim. Sitenin bahçıvanı ya da temizlik görevlisi, herkes kendi sabahının telaşındayken bir kısmı zaten boş olan evlerin önündeki açan kırmızı çiçekleri cebinde sakladığı siyah poşetine sokuşturup gidiyordu. O çiçekleri niye topluyor, ne yapacak o çiçeklerle? Bunların hiçbirini soramadan ağzım açık ardından bakakalmışım… Baklava çaldığı için hapis yatan çocuklar, hayatım, okuduklarım, bildiklerim, daha bir saniye önce dinlediğim kesinliğine yüzde yüz inandığım ses kayıtları bir film şeridi gibi gözümün önünden kayıp gidiyordu…
Bir yanım “dur, gitme, birkaç çiçek daha kaldı” diyor, “kaçma ben de çaldım… öğrenci evi, arkadaşlarla bir Pazar kahvaltısı edecektik, bir paket kaşar, bir paket salam, kredi kartı desen limit kalmamış, hem mahalle bakkalı değil ya kara tenli abim büyük kapitalist bunlar, bizden kepçeyle alıyorlar…”
Sonra birkaç gün önce pencereden tanık olduğum bir sahne geliyor zihnime: komşulardan biri bahçenin öbür tarafında güvenlikten rica ediyor, güvenlik bahçe makasıyla kesip aynı kırmızı çiçeklerden veriyor kadına muhtemelen evindeki vazoya koymak üzere.

Sorrel denilen kırmızı bir çiçekten reçel yaptıklarını biliyorum, hatta o sabah ya da başka bir sabah yemiş bile olabilirim acaba bu o çiçek mi, yoksa bu başka bir şifalı çiçek mi? Bilemiyorum. Kırmızı çiçeklerin gizemini çözemiyorum ama bahçıvanın mahcubiyetiyle komşunun rahatlığı arasındaki tavır farkının sırrını çözüyorum. Kendinden emin komşu burada oturuyor, belki mal sahibi belki kiracı, iki mahcup göz ise çalışıyor, burada oturanlar daha steril, daha güzel yaşasınlar diye emek veriyor… Fark bu kadar basit. Yürü cılız bedenini sevdiğim diyorum, bu dünyadan Proudhon geçti, sakallı geçti, değil mi ki “Mülkiyet hırsızlık”? Dünyanın tüm kırmızı çiçekleri kurban olsun kara tenine… Toprağın, suyun, havanın, kırmızı çiçeklerin nasıl sahibi oluruz?
Ama bir yanım, anne olmuş yanım, yeni evimizin yeni üyesi çiçeğin açmaya hazırlanan sarı tomurcuklarını benden fırsat kollayıp gizli gizli koparmaya çalışan kızıma sabırla binbir hikaye ile niye koparmaması gerektiğini anlatan yanım, “ama”larla karşı çıkıyor, hani üç beş ağaç için onca gaz yedik, 6 can verdik toprağa, bugün sekiz dokuz çiçek, yarın sekiz dokuz ağaç diyor…
Yok canım diyor öteki yanım, çiçekle ağaç bir mi, yarın yenisi çıkacak, asgari ücretin daha yeni haftada 5000 Jamaika dolarından 5600’e çıktığı (ayda yaklaşık 450 TL asgari ücrete karşılık çoğu tüketim malzemesinin Türkiye’yle aynı ya da daha pahalı olduğu) bir ülkede kim bilir ne yapacaksa muhtemelen eve üç kuruş fazla götürebilmek adına görmeyiversin komşular kırmızı çiçekleri bahçede diyorum.

Sigaramdan bir nefes daha alp işte tüm bu çelişkileriyle daha bir seviyorum kendimi, ar damarı çatlamış başçalanlarına rağmen doğup büyüdüğüm, daha yaşanılabilir olsun diye kendi gücüm oranında emek verdiğim toprakları, gördüğüm ve göremedim tüm yönleriyle evreni… ama bu sabah en çok da o kırmızı çiçekleri ve acemiliğine yandığım mahcup o iki gözü seviyorum…

*Özdemir Asaf


3 Mart 2014 Pazartesi

Bizim Kızın Korkuları

En son blog yazımı korkunun ecele faydası yok diyerek bitirmiştim. Ülkenin boşbakanları, partileri, kendi “adamları”, sülaleleri ile büyük bir kepazelik batağının içindeyken, onuruna, vicdanına sahip çıkan insanlar sokaklara çıktığında uygulanan şiddet bile göstermeye yetiyor koltuk korkusunun iyice popo korkusuna döndüğünü. Uzakta olunca insan bambaşka bir ruh halinde oluyor, bir yandan olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmeye çalışırken bir yandan da sokaklardaki tanıdık tanımadık gençlere, yaşlılara, o insanlardan birinin kılına zarar gelecek diye yüreği hop oturup hop kalkıyor saçma bir çaresizlik halinde.
Milyon Avroları nereye saklayacaklarının kaygısıyla yanıp tutuşan tatsız ucubeleri kendi korkularıyla baş başa bırakıp, bizim tatlı cadının korkularından dem vuracağım biraz. Evet, en çok korkusu olanlar kaybedecek en çok şeyi olanlar, belki de bu yüzden bebeklerin başta korkuları olmuyor. Bir kere daha sahiplik duyguları yok ki.  Serena da belki diğer birçok bebek gibi oldukça uzun süre hiçbir şeyden korkmadan aslanlar gibi yaşadı durdu, ha hayatında sürekli ayrılıklar ve mekân değişiklikleri olan bir çocuk olduğundan belki, özellikle anneden ayrılma sendromlarını korkudan saymıyorum, bunlar daha içgüdüsel şeyler kanımca. Artık hamurundan mıdır, yoksa benim biraz da bilerek koşma, atlama, zıplama, düşersin, elin kirlenir, bir yerin acır gibi müdahaleleri ayarında tutmaya çalışmamdan mıdır bilinmez, gözü karalıklarıyla etrafa ün saldı bizim kız. Hiç korkusu olmadı mı oldu, oluyor. Acayiptir Serena’nın 2 yaşına doğru en büyük korkusu korsanlardı. Önceki hayatından falan getirdiği başka bir karması yoksa eğer muhtemelen bir dönem her gece okumamı istediği Peter Pan kitabındaki Kızılderili prensesini kaçıran kötü korsanlar yüzünden, Serena’nın bir ara özellikle akşamları karanlık bir yerden korsanlar çıkacak takıntısı vardı. Önce bir “yok kızım korsan morsan, onlar sadece kitaplarda var” diyecek oldum, sonra aslında bunun korkusunu yenmekten öte, hayal gücüne zarar verebileceğini düşünüp vazgeçtim.  Neyse ki bir gün Özge’lerde kuzeni Çınar’la izledikleri sevimli ve komik korsanların olduğu bir çizgi film ve bu esnada Özge’nin bulup getirdiği bilumum eşarpları gözümüze, kafamıza bağlayıp maaile oynamaya başladığımız eğlenceli korsancılık oyununun da etkisiyle bu korsan-fobi biraz azaldı. Tabi bunda benim Peter Pan kitabını bir süre pek görünmez bir yerde tutup başka kitapları öne çıkarmamın da etkisi oldu.  
Bir de koku alma duygusunun yanı sıra kulakları da hassas olan Serena özellikle kaynağını anlayamadığı seslerden pek haz etmez, hele de karanlıkla birleşince üst kat komşularının çektikleri bir sandalye sesi ya da sokaktan gelen alışkın olmadığı bir ses korku filmi etkisi yapmaya yeter de artar. Sanırım Sri Lanka dönüşüydü, aslında önceden rahatsız olmadığı ama aradan geçen aylarda unuttuğu ezan sesinden bayağı korkar olmuştu. Son zamanlarda Feneryolu semtinin tek yeşil alanı olan fidanlığın bulunduğu araziyi de içine alan büyük bir külliye inşaatı projesi ile gündeme gelen Tuğlacıbaşı Camii annemin evinin arka sokağında ve maşallah hatırı sayılır derecede açıyorlar hoparlörlerin sesini ezan vakti.  Döndükten sonra bir süre Serena uyuyorsa uyanıyor, uyanıksa bir yerlere saklanmak falan istiyordu.  Annem “amca şarkı söylüyor amca şarkı söylüyor” diye diye alıştırdık sonunda. Evet, alışıyor insan ya her şeye alışıyor. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum bu mevzu gündeme gelince. O zamanlar bu kadar yüksek olmazdı ezanın sesi ve bu kadar çok da cami yoktu her köşe başında. O yüzden o zamanlar oturduğumuz Ortabahar Sokak’taki evimizden ezan sesi duymaya alışık değildik sanırım. Ama aile dostlarımız İlhan Ağabeylerin evine gidip de artık her nedense orada uyuduğumuz gece(ler) onların yakınındaki camiden gelen sabah ezanıyla irkildiğimi, hüzünle korku karışımı bir duyguya kapıldığımı hatırlarım ve hâlâ da sabah ezanları bir acıklı gelir bana. Oysa ne çok severdim Tankut ve Heval’le oynamayı. Zaten o zamanlar en ilginç şeylerden biriydi ev gezmelerine gitmek, telefon da yok, hayat sürprizlerle dolu, uğrarsın bakarsın, evde yoklarsa not bırakırsın, yakın dostlarsa ve benimki gibi kimilerince patavatsızlık olarak algılanabilecek seviyede espriyi seven bir babanız varsa, “geldik evde yoksunuz, siz ne biçim b.ksunuz” falan gibi notlar.  Evdeyseler başlardı bir şenlik, etrafta televizyon dahil hiçbir teknoloji aygıtı olmadan eğlenirdi büyükler ve dolayısıyla biz, bir şamata, etrafta kahkaha sesleri, tabi arada bol dumanlı ve kasvetli solcu toplantılarında sıkılıp, uyuyacak köşe aradığımı da hatırlarım…
Bizim çocuklar kendi çocukluklarını ilerde nasıl hatırlayacaklar bilinmez ama ben konuyu korkulardan nostaljiye bağlamışken hadi geri dönelim Serena’nın korkularına.  Jamaika’ya geleli beri ara sıra nükseden korsan muhabbeti (Karayipler de tam yeri değil mi ki?) ile üst kattaki 3 çocuklu Kolombiyalı aileden gelen sesler tipik korkular arasında. Her ne kadar ikisi erkek olmak üzere 3 çocuklu bir aile için oldukça az gürültülü olsalar da yukarda bir şey çıt etse, “bir ses duydum, anne” diyip yanıma geliyor, “yok kızım bir şey, üst katta Lauralar var ya, oynuyorlar herhalde, oyuncak yere düştü, sandalye çektiler…vs ” diye naklen yayındayız (evin en küçüğü Laura aynı zamanda Serena’nın sınıf arkadaşı).
Doğduğundan beri banyoyu seven çocuk burada bir de duş korkusu yaşadı ilk haftalarda. Bu evde banyoda duvara sabit bir parçadan geliyor su, artık o tepedeki armatürü kendi hayal aleminde neye benzettiyse hiç yıldızı barışmadı onunla, feryat figan banyo yapar oldu. Neyse alıştığı gibi hortumlu bir duş ahizesi bulup da takana kadar eski usul tas niyetine mutfaktan bulduğum plastik vazo gibi bir şeyle idare ettik bir süre.

Hint Okyanusu'nda plastik küvet keyfi 
Bir diğer korku hikâyemiz de geldiğimizin ertesi günü yerleşme çalışmalarına biraz ara verip havuzla tanışmamız sırasında oldu. Türkiye’den yanımda getirdiğim emektar kolluklardan biri Serena suya girdikten 5 dakika sonra yırtılınca boyunu geçen yerde kızcağız dengesini bulamayıp biraz korkulu anlar yaşadı. Üstüne üstlük bu Serena’nın suyla ilk korkulu imtihanı da değildi. Aslında doğduğundan itibaren suyu, yıkanmayı sevmesine rağmen ilk deniz deneyimini Hint Okyanusu’nda yaşayınca bir süre direnmişti. Sri Lanka’ya vardığımızda 10 aylık yoktu, ya o uçsuz bucaksız suyun kendisi, ya da bizim için küçük ama ona göre kim bilir ne kadar büyük dalgalar tedirgin etmişti, içine girmek istememişti bir türlü suyun.  Bir taraftan da zaten beyaz ve dolayısıyla hassas teninde ilk günden nem ve sıcaktan dolayı isilikler çıkmaya başlamıştı. Deniz suyunun iyi geleceğine inandığımdan çözümü derhal bir plastik banyo küveti alıp plajda küveti deniz suyla doldurmakta bulduk. Gündüzleri deniz suyu akşamları da yerli halkın tavsiyesi üzerine ayurvedik bir takım bitkilerle banyo yaptırıp durduk. (Sonunda geçti mi isilikler derseniz geçmedi, isilik ve bilumum alerjilerle mücadelenin detaylarını başka bir yazıya bırakıyorum).

Derken yavaş yavaş Serena denize, okyanusa alışmıştı ki, aylar sonra bir gün Trincomali’de kucağımda Serena bir arkadaşla denize girerken hiç beklenmedik bir anda öyle sert bir şekilde çarptı ki dalga, yanımdaki arkadaş da ben de kendimizi suyun içinde bulduk. İşte o an hayatımın en korkunç anlarından birini yaşadığımı itiraf etmeliyim çünkü suyun içinde bir saniye de olsa Serena’nın artık elimde olmadığını fark etmiştim, nasıl elimden kaydı düştü, sonra ben o dalgaların içinde nasıl tekrar onu bulup çıkardım, o süre kaç saniyeydi, yoksa koca bir ömür mü geçti hiç bilmiyorum.  Muhtemel ki bu olayın da etkisiyle bizimki hâlâ pek sevmez dalgalı suları. Hatta geçen yaz Sri Lanka’dan döndükten aylar sonra yeniden denizle karşılaştığında girmek istememişti ve birkaç gün sonuçsuzca onu girmeye ikna etmeye çalışıp sonunda pes etmiştim.  Birkaç gün sonra küçük çocuk havuzunda oynarken ben de bir köşede hem kitabımı okuyor hem de göz ucuyla ona bakıyordum, ne göreyim, bizimki kolluk denen mucizevi aletin de yardımıyla kendi kendine yüzüyor. Bir süre öyle takıldıktan sonra bir baktım çıkmış küçük havuzdan büyüklerin havuzunun merdivenlerinden iniyor daha 2 yaşına yeni basmış velet. Artık havuzda boyunu geçen yerlerde iyice ustalaştıktan bir süre sonra da korkusuzca denizde yüzmeye başlamıştı. Hatta tekne gezisinde tekneden kıyıya kadar büyüklerle bir yüzmüştü bizim küçük ördek. Korkusunu kendi kendine yenmişti, kendi zamanında, kendi ritmiyle…

Kolluklar yırtılmadan kısa bir süre önce

Bu sene burada da kolluk yırtılması badiresinden sonra benzer bir süreç yaşıyoruz. Jamaika malum bir ada ve birçok şey ithal geliyor (özellikle halkın ortalama geliri düşünüldüğünde oldukça da pahalı), gelenler de bitince bekle ki gelsin. Civarda zaten iki üç büyük market var, hiçbirinde Serena’ya uygun küçük kolluk bulamayınca sağlamca bir bantla yapıştırarak idare etmeye çalışıyoruz. Bizimkinde zaten kolluklara güven kalmamış, ben de sanki malımı bilmezmiş gibi yine bir iki denedim bak bir şey olmayacak diyerek ikna etmeye çalıştım ama yok Nuh diyor peygamber demiyor da havuzda kendini sağlama alıp ayaklarının değdiği merdiven bölgesinden bir adım ileri gitmiyor. Başkalarının laflarına pek ehemmiyet veren biri olarak bu kızın menşei konusunda şüphe etmiyor değilim bazen. Kimi zaman şaşkınlıkla kimi zaman çileden çıkarak, biraz gıpta ile seyrediyorum onun bu net ve kararlı halini. Bu yaşta bütün çocuklar mı böyledir bizim mamul mü böyle çıktı artık bilmiyorum ama bir insan evladı bu kadar mı bilir ne istediğini, bu yüzden Serena’yı bir şeye ikna etmek ya da kandırmak yerine deveye hendek atlatmayı tercih edebilirim bir gün çöle düşersem. Neyse yüzme konusunda bu sefer de yine kendi zamanını kendisi ayarladı ve geçen gün evin yakınındaki aslında girişin paralı olduğu ama bu civarda oturanlara (tabi büyük yolcu gemilerinin geldi günler haricinde) ücretsiz giriş kıyağı yapan Seawind Club’daki çocuk havuzunda saatlerce oynadıktan sonra bir baktım denize girmeye direnen çocuk kendi kendine denizde ilerleyip suya atmış kendini kolluklarla beraber. Hâlâ büyük havuza girmiyor ve denizde açıklara gitmek istemiyor ama olsun yine de takdir ettim kendisini. 2,5 yaşındaki Serena’dan çok daha büyük, belki altı, belki sekiz yaşlarında denizle kumun birleştiği balçıkta o zamanki mantar simitler belimde yüzme similasyonu yapan kendi halimi hatırladıkça …
Ee… malumunuz “Şimdiki Çocuklar Harika”!  
Her şeyin kendi zamanında güzel olduğunu bize hatırlatan Can Yücel’in dizeleri de bu yazının şiiri olsun o zaman, keyifle anarak…

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon’da Hasan Ağabey’ in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…..


Can YÜCEL