Blue Mountain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Blue Mountain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2014 Salı

Rastalarla Şabat (Paskalya Tatili 2. Gün)


Sabah güneşinin yeşille buluşması bir harikadır, hele de Jamaika gibi (burada tanıştığım Alman ataları sayesinde hayli beyaz bir Jamaikalı teyzenin deyimiyle) “Tanrı’nın doğaya cömert davrandığı” bir yerdeyseniz. Ateşsiz ve güneşli bir sabaha gözümüzü Rafjam’de açar açmaz kahvaltıyı bekleyene kadar geceden gözümüze kestirdiğimiz küçük derenin karşısındaki yeşilliklere attık kendimizi. Bu güzel ortamda birkaç fotoğraf çekelim derken fotoğraf makinesini yaşı gereği “ben yapıcam, kendim kendim”leri bol Serena’ya kaptırmamız sonucu onun “açısından” bilumum vücut kesitlerimizden oluşan fotoğraf silsilesine dönüşüverdi sabah yürüyüşü.
becerikli kızımın ilk fotoğraf denemelerinden
Muz, papaya ve ananas ile sunulan lahana ve havuç sotesinin yanında taze yapılmış Hindistan cevizi pidesinden oluşan, miktarı az olduğundan mı yoksa yine o müthiş aşçının elinden çıktığından mı nedir tadı damağımızda kalan kahvaltının ardından aşağıda akan derenin oluşturduğu minyatür şelale ve göle girmeye niyetlendik. Ara ara serpiştirmeye başlayan yağmurun, aslında gökyüzünün çoğunluğunun mavi olması nedeniyle kalıcı olmadığına kanaat getirip giydik mayoları. Jamaika gibi bol nehirli bir ülkede deniz kenarına gitmese bile insan yanından mayosunu, havlusunu hatta plastik deniz ayakkabısını eksik etmemeli. Daha önceki derelerde çimme aksiyonu Serena’nın o kadar hoşuna gitmişti ki, heyecanla minik göle girmesiyle suratının bozulması bir oldu, yavrucak “üşüyorum ama” diye diye birkaç dakika dayanıp sonra hemen dışarı çıkıp, ama sonra gölette gözü kalıp dayanamayıp tekrar girerek bayağı bir çaba sarf etti. Jerome deniz bu kadar soğuk olsa girmezdi ama tatlı su insanı girecek illa, bense suya dizime kadar girmemle “yav arkadaş deli miyiz dün gece nerdeyse ateşi 39’u bulmuş çocuğu şimdi de buz gibi derede hasta edeceğiz, çıkalım” diye düşünmem bir oldu. Hevesi kursağında kalmasın diye Serena’yı da “daha sıcak bir dere buluruz sonra, herhalde yağmur da çiselediğinden soğumuş buranın suyu” diyerek ikna ettik.
Biraz hamak, biraz toparlanma derken Rafjam’den ayrılmamız saat 12’yi bulduğunda akşamı geçireceğimiz Blue Mountain zirvesine en yakın pansiyona gidene kadar günün geri kalanını nasıl geçireceğimiz konusunda netleşememiştik. Jerome on yılı aşkın süredir çalıştığı on küsur ülkenin haritalarını ve Lonely Planet ya da Guide Routard gibi rehber kitaplarını muhakkak temin eder gitmeden. Bu sefer Pakistan’dan Jamaika’ya Türkiye üstünden geçtiği için, Fransa’da bıraktığı Lonely Planet’ın Jamaika baskısının yenisini neyse ki Pandora Kitabevi’nden bulabilmiştik. Kaldığımız ülkelerde gezmek için iple çektiğimiz hafta sonları ya da tatil günlerini de en iyi şekilde geçirebilmek için öncesinde olabildiğince araştırmaya çalışırız. Ama bu sefer biraz Jerome’un zaten bu bölgeyi bilmesine güvendiğimden, biraz da yola çıkmadan bir gün önce teslim edebildiğim çeviriye yoğunlaştığımdan ancak kalacağımız pansiyonları ayarlayabilmiştim. Dünya’nın en pahalı kahvelerinden birinin vatanı olan Blue Mountain’da herhalde başta kahve plantasyonlarının gezeriz ve eğer cidden Jerome’un dediği kadar uzun sürmüyorsa belki gaza gelir zirveye çıkarız gibi muğlak fikirlerin dışında kabaca haritadan kalacağımız pansiyonların yakınındaki ilginç yerleri defterime not almıştım. Ama Serena’nın hastalanıp iyileşivermesinin de rehavetiyle ne defterime bakasım geldi ne başka bir şey. Mekân sahibi Susan’a haritaya göre geldiğimiz yol üstünde olması gereken ama yol boyunca tabelasını göremediğimiz bir kahve plantasyonunu sorduk, meğersem eski bir beyaz Range Rover varmış bir virajdan sonra orasıymış. Daha sonra muhtemelen senelerdir yerinden oynamamış Range Rover’ı görünce bunun nasıl da tabela kadar etkili bir indikasyon olduğunu anlayacaktım. Sohbetimizde Susan bir de yakınlardaki rasta köyünden ve cumartesi günü Şabat ayinleri olduğundan söz etti. Kapalı bir yerel komünitenin arasına elinde fotoğraf makinesiyle davetsiz misafir gibi dalan patavatsız beyaz adam konumuna düşmekten çekinen Jerome’un dini ayin de olduğunu duyunca tedirgin olduğunu hissedip, ısrarla Susan’a peki yabancıları gerçekten kabul ediyorlar mı, rahatsız etmeyelim gibi sorular sordum. Hiçbir sakıncası olmadığını, kişi başı 500 Jamaika Doları (yaklaşık 10 TL) verip gezebileceğimizi, hem de gideceksek törenlerine katılabileceğimiz bir cumartesi günü gitmenin daha iyi olacağını anlattı Susan. İçimden turistlere yönelik müzemsi bir köy mü bu ne öyle giriş bileti alıp da mı gezeceğiz, diye çınlayan bilumum itirazları yine içimdeki merak bastırdı. Şimdi tek sıkıntı, arabayla sadece bir yere kadar gidip sonra yürüyecek olmamız, hem de dün gece ateşlenmiş 2,5 yaşında bir çocukla, sağanağa çevirip çevirmeyeceği belli olmayan bu yanardöner yağmurda… Evet, Himalayalara tırmanacak değiliz ama insanın işinin doğaya bağlı olduğu bu gibi durumlarda, karar bir anlık cesaretle korkup geri adım atma arasındaki incecik çizgide, tıpkı hayattaki birçok kritik kararda olduğu gibi. Bilen bilir, motosu “ahh beni bu kararsızlık mahvetti” olan bendeniz, öğleyin yiyeceğim yemekten, alacağım ayakkabının rengine, yazacağım tezin konusuna kararsızlık abidesine dönüşüp, ahh akıl danışacağım birileri olsun da beni kurtarsın şu halimden insanı, içimi dinleyebildiğim ender anlarda aslında en bi şahane kararları verebildiğimi de biliyorum. (Ahh bir de şu her daim iç sesini duyabilen olmanın formülünü bulaydın da bizi şu derbeder halden kurtaraydın Einstein amca!). İşte o ender anlardan biriydi, içimizdeki macera duygusu ve merak endişelerden üstün geldi.  Susan’ın tarifine uyup dün akşam geldiğimiz yoldan geri istikamet yola koyulduk, elbette Rafjam ekibiyle vedalaşıp, fotoğraflarımızı çekildikten sonra.


Tarife göre (üçüncü gece için rezervasyon yaptırdığımız ) Mount Edge’i geçtikten sonra anayoldan sapacağımız barın da dün kızları indirdiğimiz bar olduğunu düşünüyor Jerome ve tahmininde yanılmıyor. Dün bizimle şakalaşan bar sahibine “buralarda bir rasta köyü varmış, ne taraf kardeş?” tadında yolu soruyoruz, buradan aşağı vurun, araba yolunun bittiği yerde merdivenlerden yukarı çıkın, patikayı takip edin ya da hatta isterseniz arabayı buraya bırakın, yürüyün aşağıya diyor. Hava belirsiz, Rafjam’den ayrılır ayrılmaz uyumaya başlayan Serena hâlâ uyuyor, arabayla gidebildiğimiz kadar gitmek istiyoruz. Aşağıda yolun bittiği yerde bir kısmı uzun süredir terk edilmiş izlenimi veren 3-5 araba var. Tam tam seslerini iyice duymaya başladığımız yukarıdaki köyde bizi nelerin beklediği konusunda merakımız artmaya başlıyor. Gelen geri dönemiyor mu nedir bu ormanda terk edilmiş arabalar? Sırt çantasına gerekebilecek yedek kıyafet, özellikle Serena için muz, kuruyemiş tarzı atıştırmalıklar, şemsiye, el feneri vs. dolduruyoruz. Bir de Serena daha yeni doğduğu günlerde kararsızlığımız sayesinde koca bir öğleden sonramızı değişik modelleri deneyerek geçirmek zorunda kaldığımız bebek mağazasından aldığımız kanguruyu alıyoruz yanımıza. Uçağın çıkışında size verecekler denilmesine rağmen ancak bagajlarla beraber pusete kavuşabildiğim, dolayısıyla kucağımda uyuklayan bir bebek ve bilumum el bagajıyla havaalanında kıvrandığım yalnız uçak yolculukları deneyimi sonrasında muhakkak uçakta çantama tıkıştırdığım kanguruyu uzun süredir kullanmamıştım. Yavaş yavaş gözlerini açan Serena kanguruyu görünce “ben buna binicem” diye tutturdu. Merdivenler bitince inme sözü alarak soktuk artık iyice küçülen kangurunun içine. Tamam ben bir yandan dakika başı emen Serena’yla cebelleşirken Jerome’un da kanguru çeşitleriyle süren cebelleşmesi sonucunda en yüksek kiloya kadar taşıyabilenini almıştık. İyi bu zımbırtı teknik olarak 18 kiloya kadar taşıyor da peki biz o kanguruyu taşıyabiliyor muyuz? Dik merdivenler, hafif çiseleyen yağmurun ardından açan yakıcı güneş sayesinde sırtımızdan damlayan terlerle merdivenlerin sonuna geldi. Zar zor Serena’yı ikna edip, dar patikadan manzaraya hayran hayran bakarak tırmanmaya devam ederken tam tam seslerinin yaklaşması bize umut veriyordu. Yokuşun sonunda yeşil ahşap kapıya gelmeden fotoğrafların olduğu bir panonun önünde fotoğraf çekilme teklifime fotoğraflara daha dikkatli bakan Jerome dudak büktü, baksana silahlar var fotoğraflarda diyerek. Rastalarla silahın ne ilgisi var ile başlayan sorularımız gün ilerledikçe çoğalmaya devam edecekti.
İşte "School of Vision" rasta köyüne varmadan son merdivenler...
Girişteki ahşap kulübeyi bilet gişesine benzeten ben buranın otantikliği konusunda iyice şüpheye düşmeye başlamışken, ilerden başı türbanlı bir kadın gülümseyerek bize yanaştı. Köyde geçirdiğimiz süre boyunca bize mihmandarlık eden Beverly yarım saat sonra öğle yemeği için törene ara vereceklerini, araya kadar içeri girebileceğimizi ama tapınağa girmek istiyorsak, benim saçımı ve bacaklarımı örtmem gerektiğini söyleyip bana kırmızı-yeşil-sarı-siyah rasta renklerinden bir bere ve belime dolamam için de bir pareo veriyor. Herkes gibi ayakkabılarımızı çıkarıp sarı-kırmızı-yeşil ahşap çokgen tapınağa giriyoruz, yerler toprak, ortamı garipseyip, çoraplarını da çıkarmak istemeyen Serena kucağımdan inmiyor. 
Rastafari tapınağında kanguru misali ayin

Etçi değil “ot”çu olmaları, saçlarını kesmemeleri ve müzikle olan yakın ilişkileri dışında rastalar hakkındaki cehaletimle yüzleşip etrafı inceliyorum merakla. Kadınların hatta kız çocuklarının bile saçları, kolları, bacakları kapalı, bir grup erkek perküsyonlarla ritim tutarken, birtakım ezgiler mırıldanıyorlar, diğer oturan erkeklerin çoğu ganja (Jamaika’da marihuananın adı ganja) tüttürüyor, çocuklar etrafta dolanıyor. Ayin sırasında genelde kadınlar ve erkekler ayrı oturuyor. 

kadınlar başka yerde

Ayinin sonunda çocuklar da dahil herkes yanmakta olan ateşe doğru diz çöküp, ellerini işaret parmakları ve baş parmakları ile bir üçgen oluşturacak şekilde birleştiriyorlar, içlerinden biri “Jah” deyince hep bir ağızdan “Rastafari” diye bağırıyorlar.
Resim yazısı ekle
Çıkışta biz biraz daha içeride kalıp etraftaki resimleri yazıları inceliyoruz. Her yerde H
aile Selassie I’nin fotoğrafları var. Başka yerlerde de  fotoğrafını gördüğüm Selassie hakkında Lonely Planet’ta bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Gerek Rastalarla sohbetlerde ve aslolarak da eve dönüp biraz araştırdığımda Etiyopya’nın 1930-74 yılları arasındaki imparatoru Haile Selassie I’in onun tahta çıktıktan sonraki ismi olduğunu, Rastafari hareketinin de asıl ismi olan Ras (prens anlamındaki unvan) Tafari’nin (saygı duyulan kişi) adını ondan aldığını öğreniyorum. Dışarı çıkınca onlar dağıtılan sandviçlerden ve birer dilim karpuzdan oluşan öğle yemeklerini yerken biz de Beverly’i takip edip köyün tek bakkalı olan dükkândan hindistan cevizinden yapılan hafif tatlı ve inanılmaz doyurucu rasta kurabiyelerinin tadına bakıyoruz. Bir yandan ortama yavaş yavaş adapte olan Serena etrafta koşuştururken bir taraftan Beverly ve diğer Rastalarla sohbet ediyoruz. Yaklaşık 40 kişinin yaşadığı “School of Vision” adındaki bu Rasta köyünde, geçimlerini ektikleri ürünlerden elde ediyorlar, ürünleri pazara götüren rahip (uzun saçları ile bildiğimiz rahip görüntüsünden hayli farklı bu rahip o gün hasta olduğu için ayine katılamamış, biz dışarı birkaç dakikalığına görüyoruz onu) eline geçen parayla orada yetiştiremedikleri ürünleri satın alıp dağıtıyormuş.  Daha sonra Beverly’nin kocası olduğunu öğrendiğimiz yaşça daha genç Rasta’ya “Rasta doğulur mu Rasta olunur mu?” minvalinde bir soru soruyorum, onun rasta olma hikâyesini de merak ederek, bana gıdalara yerleştirilen mikroçiplerden bahsediyor, işte bu yüzden biz kendi tarımımızı yapıyoruz diyor. Sonra anlatmaya devam ediyor, eğer gerçekten merak ettiğini anlarlarsa saatlerce anlatabilir Rastalar gerçek İsa meselesini. Eğer yabancılarla konuşmaya alışık olmayan bir Jamaikalıyla konuşuyorsanız, İngilizce bilip anlaşacağınızı sanmayın, çünkü Jamaika ingilizcesi aslında bir patois (patua) yani İngilizce kelimelerle yerel dilin bir karışımı. Gerek konuya yabancılık gerekse patois etkisi ile uzun süre neden bahsettiklerini anlamakta zorlanıyorsunuz. Mikro biyoçipler, kara tenli İsa, Jesus değil, Jasos dedikçe onlar, sen ellerinden eksik etmedikleri ganja’nın etkisiyle uçuyor adamlar diye düşünmeden edemiyorsun. Ama dillerinden düşürmedikleri hikayenin özü Mesih’in aslında kara tenli olduğu ve Hıristiyanlığın beyaz Batılı anlatı tarafından çarpıtıldığı. Genel bir –izm ya da dinden öte bir yaşam felsefesi olarak kendini ortaya koymayı tercih eden rastaları tek bir çatıda toplamak da bu anlamda zor. Ama genel olarak Hıristiyanlık ve Musevilik etkisi açık, zira bolca ganja içtikleri ayinlerinde yüksek sesle İncil’den bölümler de okuyorlar. Ama sadece belli bölümlerini ve kendi yorumları ile. Yani aslında Afrika’dan köle olarak Karayiplere getirilen siyahilerin Hristiyanlığı kendi kültürleri ile yorumladıkları bir özgürleşme felsefesi. Jamaika’da siyahi milliyetçiliğin en önemli ismi Marcus Garvey’nin 1900’lü yılların başlarında Afrika’da başa gelecek bir siyahi kralın Mesih olduğu yönündeki kehanetinin Etiyopya’da Haile Selassie I'nin kral olmasıyla gerçekleştiğine inanıyorlar. Bu anlamda dünyaya ikinci kez gelen Mesih Haile Selassie I kutsal bir figür. Sohbetin bir yerinde peki senin ülkende mesihi nasıl biliyorsunuz diye soruyor biri. "Benim ülkeyi ne sen sor ne ben anlatayım, için daralır boşver” demek istiyorum, kısaca "bizimkiler Müslüman" deyip kapatıyorum, hiç anlatasım yok, dinlemek yetiyor bana bugün.
Her topluluktan topluluğa ve hatta her rastadan rastaya değişse de kimi belli kuralları var, mesela Ital (vital'den gelme bir sözcük) gıda yiyorlar, yani doğal, vücut için sağlıklı besleniyorlar. Kırmızı et, işlenmiş endüstriyel ürünler ve kimi zaman süt ürünleri tüketmiyorlar. Onun dışında kimileri tavuk da yemiyor ama genelde balık yiyorlar. 
Ben evliliğe karşı olduklarını duymuştum ama konuştuğum rastalar isteyen kişinin evlenebileceğini anlattılar. Peki ya kurallar, kurallara uymayanlar diye soruyorum. Esas olarak her insanın doğruyu kendi içinde bulmasına inanıyorlar ama bir problem olduğunda toplantılarında bunu konuşuyorlar ve sonrasında o kişiye “ateş” diyerek ceza veriyorlar. "Ne cezası peki?" “İşte ateş diyoruz, o kadar yani o kişinin bu hata üzerine düşünmesini sağlıyoruz”. Acayip hoşuma gidiyor bu yöntem. İçe dönmek önemli rasta kültüründe. Jamaika’daki genel yüksek perdeden konuşmalar, şakalaşmalar rasta köyünde pek yok. Artık ganja kafası mı yoksa ayinin verdiği huşudan mı, iki ayin arasındaki öğle arasında kimileri kendi kendine oturup düşünüyor, kimileri ise küçük gruplar halinde küçük sesleriyle konuşuyor, çocuklar bile daha sessiz sakin.

Tapınağın etrafında çocuklar 
Ortalıkta en hareketli varlık yine bizim Serena. Bir ara birisi elinde koca bir poşet mango ile geliyor, biz de dahil herkese mango dağıtıyor. Biraz sonra Serena’yı tuvalete götürürken mihmandar ot içip içmediğimi soruyor ve "ben içemiyorum, kötü oluyorum ama sigara içiyorum bulursam, sizde var mı" diye soruyor. Rastalar genelde alkol tüketmedikleri gibi sigara da içmiyorlar, hatta bir tür yasak. “Yanımda yok eşimden alıp veririm istersen” diyorum şaşkın bir halde. “Aman başkaları bilmiyor göstermeden ver” diye de ekliyor. yengeye suç ortağı olmaktan şimdi de beni ayinin orta yerinde oturtup "fire" derlerse ben de onlara "more fire more fire" diye cevap veririm artık diyorum içimden. (Partilerle romlar devrilip kafalar kıyak oldu mu bir de güzel bir şarkı çalıyorsa hemen çakmakları çıkarıp, "more fire more fire" diye bağırma adeti var da) 
Çocuklarla İncil 
Neyse tapınağa geri döndüğümüzde bir köşede çocuklarla İncil okuyor bir yetişkin kadın. Biraz onları seyredip biraz sohbet ediyoruz. 50-60 yaşlarında görece beyaz tenli bir adam Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Benim kızım Türkle evli, orada yaşıyorlar” diyor. Aslında İngilizmiş ama yıllar önce buraya yerleşmiş, rasta köyünde yaşıyormuş. İngilizcesini daha iyi anladığım, hem de dışarıdan bir gözle de beni yanıtlayacak birini bulmaktan memnun telefonunu alıyorum, kafamda o kadar çok soru var ki… Bir öğleden sonrada hepsine cevap bulmak mümkün değil. Ama akşam kalacağımız zirveye yakın pansiyona varmak için yol uzun ve engebeli. Rastaların sakinlikleri, hoş sohbetleri ve davullar eşliğindeki ritimler o kadar davetkâr ki hiç gidesimiz yok, tam Serena da ortama alışmışken. Hele de pansiyon olarak kullanılan bir evin olduğunu da öğrenince geceyi burada mı geçirsek mi diye düşünmüyor değiliz. Bir daha muhakkak gelip kalacağız diye söz verip sıkı sıkı sarılarak ayrılıyoruz kafada binlerce soru işareti ile rasta köyünden.


Blue Mountains'da bütün yollar Bubbles Bar'a çıkıyor
Dönüşte o köşedeki renkli barda sigara-alkol-muz cipsi molası veriyoruz, bizim rastalık da bu kadar anlayacağınız, hayatında ilk kez şam fıstığı yiyen sevimli bar sahibiyle şam fıstıklarımızı da paylaştıktan sonra 3 saate yakın sürecek yola koyuluyoruz. Yol kayda değer ölçüde engebeli, düşündüğümüzden de uzun sürüyor. Zirveden önceki araba yolunun son noktasındaki Whitfield Pansiyonuna ulaşmadan önceki son yerleşimde kocaman ses sistemlerini kurulduğunu görüyoruz. Jamaika’da yol üstünde en ucra köşelerde her erde karşınıza bir parti çıkmasına alışmışız ama bunu da beklemiyoruz, evet bu parti ve o kocaman ses sistemlerinden gelen müzik sabahın altısına kadar sürüyor. Jamaika’nın en yüksek zirvesindeyiz neredeyse, in cin top oynuyor, biraz ileride ateş böcekleri ve göğü donatan  yıldızlardan başka ışık yok ve sabah kadar süren bas sesi ile yorgunluğumuza rağmen sık sık uyanıyoruz. Kafa dinlemeye gelmişiz, peki kızıyor muyuz? Yooo, Jamaika’da bir yerlerden müzik sesi gelmezse garip hissediyor insan kendini. Hem bu kadar güzel bir doğada sinirleri alınıyor adeta, hoşgörü gurusu kesiliyor insan. Karanlıkla birilikte ulaştığımız Whitfield Cottage 18. yüzyıldan kalma bir kırevi, elektrik yok, su da sadece iplik gibi akıyor, o da sadece ortak kullanılan banyodaki küvetin musluğundan.  Evin sahibi ve işletmecisi 70’li yaşlarında beyaz bir Jamaikalı, paskalya tatili olduğundan kızı, damadı, torunu ve onların arkadaşları da orada kalıyorlar. Biz vardığımızda yemeklerini yemişler, şömine başı muhabbeti yapıyorlar. Jamaika’da da şömine görecekmişiz demek diye şaşırıp bir yandan ev sahibinden evin hikâyesini dinleyip bir yandan da bizim için hazırladıkları Jamaika’nın geleneksel barbunyalı pilavı ile tavuktan yiyoruz. Serena’nın etraftaki çocuklara rağmen dayanacak hali kalmıyor, iki ranzadan oluşan odada bir süre kim nerede nasıl yatacak muhabbeti ve ilke kez ranzalı odada yatacak Serena'ının bütün yatakları teker teker denemesi sonrasında derin bir uykuya dalıyoruz… ta ki uzaklardan gelen müziğin basları bizi uyandırana kadar. 

8 Mayıs 2014 Perşembe

Mavi Dağlarda Paskalya Tatili

     1. Gün (Yol halleri)
Daha Jamaika’ya adımımızı attığımız ilk haftadan beri gitmeye niyetlendiğimiz Jamaika’nın dağlık bölgesi Blue Mountain’a sonunda gidebildik. Aslında 22-23 Şubat’ta Blue Mountain Müzik Festivali sırasında gitmeyi düşünmüş, sonra da Jamaika’ya geleli iki hafta olduğundan hiçbir rezervasyon yapmadan hazırlıksız gidip 2,5 yaşında bir çocukla orada sefil olmayı gözümüz yememişti. Şimdi gezip gördükten sonra gel de pişman olma, o şahane doğada konser eminim çok etkileyicidir, neyse seneye diyelim…
Yola çıkmadan bir gece önce Jérôme’un iş arkadaşlarıyla Paskalya yemeği vardı Half Moon otelde (Burayı özellikle belirtiyorum çünkü gezinin sonu bir şekilde buraya bağlanacak, kemerlerinizi bağlayın). Etrafta benim karışımdan daha büyük topuklularla yabancı turistlerin dolaştığı bol yıldızlı bir otel olan Half Moon, deniz kenarında kolonyal bir yapı. Ancak denizin çok yakınında yapıldığından bina rüzgârı kesiyor, yemek boyunca sırtımızdan damlayan terler yetmiyormuş gibi Serena da arkadaşlarını bulunca her zamanki gibi ayakkabılarını bir köşeye fırlatıp koşturdu durdu, doğru düzgün yemek de yemedi. Oysa çocuklar için boylarına uygun, kırılmaz tabak çanak kullanılan bir açık büfe bile vardı bu lüks otelde. Koşturmaktan biraz yorulunca çocuklar kumsalı keşfedip saatlerce kumlardan yemekler, oyunlar icat edip durdular. Ayrılma vakti geldiğinde grubun bir kısmı (tabi çocuksuz olanlar) Doctor’s Cave’e gitmeyi teklif ettiler. Serena’ya bara mı gidelim eve mi dönelim diye sorunca bara gidelim diye atıldı kuzucuk, bar onun için çocukların etrafta koştuğu, kumların falan olduğu eğlenceli bir yer sanırsam. Gündüzleri plaj akşamları da bar hizmeti veren Doctor’s Cave Beach’i merak ediyordum zaten, bu yorgunlukla yolda zaten Serena uyuyakalır biz de onu pusetine koyar birer kadeh bir şey içeriz diye düşündüm. Mekânın çok gürültülü olması durumunda, B planı olarak birkaç hafta önce bir arkadaşın doğum gününde olduğu gibi Jérôme Serenayla eve döner ben de daha sonra ev tarafına giden arkadaşlardan biriyle geri dönerim diye düşündüm. Gel gör ki C planı doğalında gelişti. Varana kadar arabada uyuyan Serena pusete alırken “geldik mi” diye gözlerini açtı. Neyse pusette bir süre sonra uyur herhalde diye umut ederek girdik mekâna. Açık hava olmasına rağmen, ara ara etraftan gelen marihuana kokuları ve Jamaikalılar için alçak ama bizim için yüksek volümdeki müziğe rağmen kalmaya inat ettik. Bir süre kucağımdan inmeyen Serena’yı kumsala doğru bir yerde kucağımda pışpışlayarak uyutmayı becerip zafer kazanmış anne edasıyla onu tekrar pusetine koyar koymaz greyfurt sulu Appleton (Jamaika’nın geleneksel içkisi romun en yaygın markası, Rom yerine Appleton demek yetiyor) bardağını kafama dikmem bir oldu. Tam müziğin ritmine kendimizi kaptırıp bir iki dans edelim derken, uzun süredir burada çalışan Jérôme’un arkadaşlarından birinin eşi yanımıza geldi, çocuğun kimin olduğunu merak eden bar sahibini tanımıyormuş. Meğer 18 yaş üstü kuralı burada da geçerliymiş, patron “burada uyuşturucu var, seks var, polis gelse bize ceza kesebilir” demiş. “Aman neyse yarın sabah erken yola çıkacağız zaten, alın barınızı başınıza çalın hıh!” deyip arkamızı dönüp çıktık. Çıkarken de içimden geceleri Serena’yı bırakabileceğimiz bir çözüm bulmalıyız diye söylenip durdum. Neyse böyle hareketli bir gecenin sonunda uykusunda birkaç sefer öksüren Serena toplamda yedi saati bulan yolun büyük kısmında da uyudu. Biraz hastalık kokusu aldığımdan nezle grip gibi durumlarda faydasına inandığım meşhur homeopatik Oscillococcinum’dan verdim yol boyunca.
 
Montego Bay’den Blue Mountain’a varmak için önce düz otobanda 2-3 saat doğuya gittikten sonra güneye doğru direksiyon kırıp dağlık, bol virajlı, uçurumlu bir yoldan ilerliyorsunuz.  Bu arada otoban dediğime bakmayın, en fazla 80 km olan hız limiti, çoğu yerde yerleşim bölgelerinden geçildiğinden 50’ye düşüyor. Tabelalar da düzgün konulmadığından zaman zaman hız sınırının kaç olduğunu sezgilerinizle tahmin etmeniz gerekiyor, bu da radarlarıyla konuşlanmış polisler için mükemmel fırsat. Bu tuzağa biz de düştük. Daha önce Fas’ta da başımıza gelen bu uygulamayı çok saçma bulduğumu söylememe gerek yok sanırım. Doğru düzgün tabela koyma sonra da milletten para iste. Neyse ki yine şeytan tüyü taşıyan Jérôme’un sayesinde Fas’ta da olduğu gibi bir şekilde ceza ödemeden yırttık. Polis çevirmelerinden yırtma konusunda şeytan tüyü taşıyan babamın bir dünya konuşarak yıldırma taktiğinin aksine Jérôme’un taktiği de olabildiğince sakin ve soru sormadan durmak, her ne hikmetse ikisi de bu konuda pek başarılı, ben muhatap olsam kesin en yüksek cezayı öder, hatta geceyi de en yakın polis karakolunda geçiririz, üniformalılarla yıldızım barışamadı, sevmiyorum, onlar da beni sevmiyor. Nokta.
Neyse dağlık yola girdikçe coğrafya ile beraber iklim de bitki örtüsü de değişiyor nispeten. Nemli, insanı yapış yapış eden sıcağın yerini, hafif bir esinti ve bol oksijen alıyor. Saat de ilerlediğinden güneş yüksek dağların ardında kalıyor. İlk gece kalacağımız Rafjam’e 1-2 saat kala The Gap Cafe’de durup biraz mola verelim diyoruz. Jérôme daha önce Jamaika’da çalıştığından biliyor bu civarları ve buranın güzel manzarası olduğunu söylüyor. Hoş, bu mavi sıradağlarda istisna güzel manzara değil, güzel olmayan manzara. . Deniz seviyesinden yaklaşık 1300 metrede, beyazlı dekorasyonuyla, gerçekten büyüleyici manzarasıyla hoş bir mekân The Gap.

Kanepe diye tutturmadan biraz önce The Gap'de ahududu ziyafeti 
 O sırada Serena’nın ateşinin ve öksürüğünün arttığını fark edip, Calpol veriyorum. Şu çocuk şuruplarını bu kadar aromalı yapmasalar diyorum içimden, yine bizimki pek memnun, bayılıyor ilaç verilmesine, hayır hasta olmak iyi bir şey, şurup da ödül zannediyor zavallıcık. Jamaika’da genelde ateş durumunda “Fever Grass” (ateş otu) dedikleri bitkinin çayını yaptıklarını biliyorum. Trevor onda kaldığımız gecenin sabahında kahvaltıda kendi bahçesinden topladığı bol şekerli fever grass çayından ikram edip, faydasından bahsetmişti, Serena da bayılarak içmişti. Genelde lemon grass da denilen bu bitkiye Jamaika’da fever grass diyorlar ateşe, üşütmeye, gribe iyi geldiğinden. Sri Lanka’da kaldığımız evin bahçesinde de vardı ve Shanty’nin annesi “ammaamma” (anneanne) bahçeye kendi yaptığı toprak ocakta pişirdiği leziz yemeklerde sıkça kullanıyordu. Burada poşet çay halinde de bulunabildiğinden belki vardır diye soruyorum, yokmuş ama nane çayı buluyoruz bir de meyve suyu sipariş edip, kuşlar için koydukları suluklardan su içmeye gelen “hummingbird”leri seyre dalıyoruz.


Dikkatli bakın su içmeye gelen minik arıkuşlarını göreceksiniz 
Bu kadar hızlı kanat çırpan bu kadar küçük kuşları hayatımda ilk kez görüyordum yakından. Türkçe’de sinek kuşu ya da arıkuşu denen arıyla kuş arası boyuttaki minnacık kuşlar Jamaika’da hayli yaygınmış, sonradan bizim evin civarında da bolca olduklarını fark ettim. (Çok zengin kuş çeşidine sahip Jamaika'nın kuş gözlemcileri için tam bir cennet olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim). Bu arada gözleri iyice kayan Serena “ben yatmak istiyorum” diye tutturmaya başladı, “yatak yok kızım burada, bekle arabada uyursun” desem de “ben gördüm içeride kanepe var yatacağım kanepede” demez mi? Gerçekten de girişte kanepe tarzı bir şey varmış, içeri girer girmez gözüne kestirmiş demek.  Gap Cafe’den hemen önce Blue Mountain Müzik Festivali’nin de gerçekleştiği Holywell Milli Parkı’na burnumuzu sokup burayı gezmeye vaktimiz olmaz hava kararacak diye kapısından geri dönerken kapının önünde müşteri bekleyen ahududu satıcısının ısrarlarına dayanamayıp, bir miktar almıştık. Sanırım hayatında ilk kez ahududu gören Serena Gap Cafe’de resmen koptu ahududulara. Bence insan en çok hastayken dinliyor vücudunun sesini, hiç ses etmedim canı ne isterse yesin, hem tadı ve görünüşü itibariyle pek C vitaminli göründü gözüme taze toplanmış ahududular (yanılmamışım araştırdım C-vitamini deposuymuş). O sırada yağmaya başlayan yağmurdan garson kızın getirdiği şemsiye sayesinde korunarak içeri geçtik, Jérôme’un toparlanmasını beklerken de Serena uzandı kanepesine ben de mekânın dekorasyonunu, duvardaki fotoğrafları incelemeye daldım, bayılıyorum yeni bir yeri, en ufak ayrıntısını incelemeye. Kafeden ayrılırken garson kız beni de götürür müsünüz diyor. Meğer akşam 6’da kapanıyormuş, o kapıyı kilitlerken, kafeye girerken de dışarıda bekleyen bir grup kız daha arabanın arkasına atlıyor. Kendim de zamanında az otostop çekmemiş biri olarak, otostopçu almanın ayrıca hoşuma gittiğini söylememe gerek yok herhalde. Ama Jérôme’ların özellikle olası bir kazada sorumluluk almak istemeyen işyerinin güvenlik kuralları gereği aslında arabaya başka birisini almak yasak. Ama çok fazla toplu taşıma imkânının olmadığı bu bölgede almamak insanları olmaz. Hem Blue Mountain’ın sıkça 4x4 özelliğini kullanmak durumunda kaldığımız engebeli yollarında bizim de işimize geliyor, araba ne kadar ağır olursa araba ve dolayısıyla arkadaki çocuk koltuğunda uyuklayan Serena’nın kafası o kadar az sallanıyor. Pickup’ın arkasındaki kızların neşeli gülüşmeleri eşliğinde Blue Mountain’ın dolambaçlı yollarında yolumuza devam ediyoruz.  Bir barın önüne geldiğimizde cama vuruyorlar, rengârenk boyalı barın orada onları bekleyen bir adam “nereden buldunuz bu maymunları” diye takılıyor bize, kahkahalar arasında vedalaşıyoruz. Adının Bubbles olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bu neşeli bar daha sonraki günlerde uğrak noktalarımızdan biri olacakmış o anda bilmiyorduk. Artık hava iyice karardığında internetten fotoğraflarına bakıp hoşumuza giden Rafjam’in tabelasını görüyoruz, anayoldan ayrılan toprak yol ormanın içinden yavaş yavaş aşağıya doğru gidiyor. Tabelaları takip ede ede pansiyonu buluyoruz. (Ben yolun buraya kadar devam etmesine şaşırıyorum ama aslında alışmam gerekecek çünkü Jamaika’da yollar karınca evi gibi, bir yerlerde muhakkak bir ev var ve ona giden yol da ve sonra o yol başka bir yola bağlanıyor ve hayat sürprizlerle devam ediyor…) Ne kadar şahane bir doğanın içinde olduğumuzu tam olarak sabah uyandığımızda idrak edeceğimiz bu pansiyonda her şey ahşap. Bizi odamıza götüren daha önce telefonda konuştuğumuz Susan’a kızımın ateşinin olduğunu ve yemeği bekleyene kadar fever grass çayı yapmalarının mümkün olup olmadığını soruyorum. 
Fever grass bitkisi
Hemen bahçeden otları toplayıp sıcacık çayı getiriyorlar. Biraz çaydan içen Serena’nın yemeği bekleyecek hali yok, “uyumak istiyorum” diye tutturuyor. Hastayken uykunun yemekten daha iyi geldiğini biliyorum, hatta Sri Lanka’da bebekler hastayken anne sütü (ya da biberon) dışında hiçbir şey vermediklerini hatırlıyorum. Biraz uyusun belki acıkınca yer diyerek odada yanına uzanıp uyutuyorum. Balıkların hazır olduğunu Jérôme haber verince yanımızda getirdiğimiz bebek telsizini şarja takıp yemeğe koşuyoruz. Hem çok açız hem de ilk kez dışarıda acı olmayan bir şey bulmanın mutluluğu ile gey olduğu izlenimini veren son derece sevimli ve kibar aşçının hazırladığı akşam yemeğinden küçük bir tabağa Serena için ayırıp geri kalanı silip süpürüyoruz. Bu arada aşçının cinsel kimliğini özellikle vurgulama gereği gördüm çünkü kimi açılardan oldukça maço bir kültüre sahip Jamaika geyler için pek rahat bir ülke değil. LGBT olmak açıkça yasak olmasa da mesela erkeklerin erkeklerle cinsel ilişkiye girmesi durumunda on yıla kadar hapis cezası söz konusu. En homofobik ülkelerden biri olarak tanımlanan Jamaika’da işlenen cinayetlerin bir kısmı maalesef hiçbir yasal hakka sahip olmayan LGBT bireylere yönelik. Dolayısıyla Jamaika’da açıkça cinsel kimliğini yaşayan geylere rastlamak pek mümkün değil, belki de son derece leziz yemekler pişiren bu aşçı arkadaş da bu yüzden dağın başında, gözlerden hayli uzak bu pansiyonda çalışmayı tercih etmiştir. Hem ertesi gün orada bulduğumuz Fransızca Guide Routard’dan öğrendiğimize göre Belçikalı eşi ile beraber bu pansiyonu açan Susan da oldukça açık görüşlü bir işletme sahibi gibi görünüyor. Yemekten sonra bir daha ölçtüğüm Serena’nın ateşi 38,5’u geçiyor, cevabından korktuğum için ne kendime ne de başkasına en yakın hastane ya da doktoru sormuyorum bile. Yanımda yol boyunca ara ara verdiğim yan etkisi olmayan homeopatik ilaç, Calpol ve Türkiye’den gelirken hem kırılmasın hem de yük etmesin diye plastik bir kaba koyduğum daha önce ateşi olduğunda doktorun Calpol’le dönüşümlü verebileceğimi söylediği adını bile hatırlamadığım pembe ilaç dışında bir şey yok. 4 saatte bir mi yoksa 6 saatte bir mi veriliyordu, en son hangisini kaçta vermiştim yol yorgunluğu ile bunların cevaplarını da bilemeden göz kararı veriyorum bir şeyler. Alnına ıslak bez koymak için ne oyunlar yapıyoruz ama yok bizimki nuh diyor peygamber demiyor asla alnına koydurmuyor ıslak bezi, birkaç dakikalığına kolunun eklem yerine koymaya ikna edebiliyoruz. Tek umudum pek sık hastalanmayan, hastalandığında da genelde kısa sürede toparlayan Serena’nın bağışıklık sisteminin gücüne olan inancım. Bunu da Serena’nın uzun süre anne sütü emmesine bağlıyorum kendimce, şu anneliğin çocuğun her olumlu özelliğinden kendine pay çıkarma illetinin de etkisiyle (Tabi derhal kurtulmakta fayda olan bu illette madalyonun öteki yüzü ise her olumsuz özellikten suçluluk duyabilme potansiyeli). Neyse bir şekilde sabahı ediyoruz ve neredeyse 12 saate yakın derin bir uykunun sonunda Serena ateşi düşmüş bir halde hayli keyifli uyanıyor, güneşli bir sabaha günaydın diyoruz yanımızda akan derenin sesi eşliğinde… Bense nelere şükredeceğimi bilemez bir halde kafamda olduklarının farkında bile olmadığım kötü senaryoları silmeye çalışıyorum derhal…