5 Ağustos 2014 Salı

Rastalarla Şabat (Paskalya Tatili 2. Gün)


Sabah güneşinin yeşille buluşması bir harikadır, hele de Jamaika gibi (burada tanıştığım Alman ataları sayesinde hayli beyaz bir Jamaikalı teyzenin deyimiyle) “Tanrı’nın doğaya cömert davrandığı” bir yerdeyseniz. Ateşsiz ve güneşli bir sabaha gözümüzü Rafjam’de açar açmaz kahvaltıyı bekleyene kadar geceden gözümüze kestirdiğimiz küçük derenin karşısındaki yeşilliklere attık kendimizi. Bu güzel ortamda birkaç fotoğraf çekelim derken fotoğraf makinesini yaşı gereği “ben yapıcam, kendim kendim”leri bol Serena’ya kaptırmamız sonucu onun “açısından” bilumum vücut kesitlerimizden oluşan fotoğraf silsilesine dönüşüverdi sabah yürüyüşü.
becerikli kızımın ilk fotoğraf denemelerinden
Muz, papaya ve ananas ile sunulan lahana ve havuç sotesinin yanında taze yapılmış Hindistan cevizi pidesinden oluşan, miktarı az olduğundan mı yoksa yine o müthiş aşçının elinden çıktığından mı nedir tadı damağımızda kalan kahvaltının ardından aşağıda akan derenin oluşturduğu minyatür şelale ve göle girmeye niyetlendik. Ara ara serpiştirmeye başlayan yağmurun, aslında gökyüzünün çoğunluğunun mavi olması nedeniyle kalıcı olmadığına kanaat getirip giydik mayoları. Jamaika gibi bol nehirli bir ülkede deniz kenarına gitmese bile insan yanından mayosunu, havlusunu hatta plastik deniz ayakkabısını eksik etmemeli. Daha önceki derelerde çimme aksiyonu Serena’nın o kadar hoşuna gitmişti ki, heyecanla minik göle girmesiyle suratının bozulması bir oldu, yavrucak “üşüyorum ama” diye diye birkaç dakika dayanıp sonra hemen dışarı çıkıp, ama sonra gölette gözü kalıp dayanamayıp tekrar girerek bayağı bir çaba sarf etti. Jerome deniz bu kadar soğuk olsa girmezdi ama tatlı su insanı girecek illa, bense suya dizime kadar girmemle “yav arkadaş deli miyiz dün gece nerdeyse ateşi 39’u bulmuş çocuğu şimdi de buz gibi derede hasta edeceğiz, çıkalım” diye düşünmem bir oldu. Hevesi kursağında kalmasın diye Serena’yı da “daha sıcak bir dere buluruz sonra, herhalde yağmur da çiselediğinden soğumuş buranın suyu” diyerek ikna ettik.
Biraz hamak, biraz toparlanma derken Rafjam’den ayrılmamız saat 12’yi bulduğunda akşamı geçireceğimiz Blue Mountain zirvesine en yakın pansiyona gidene kadar günün geri kalanını nasıl geçireceğimiz konusunda netleşememiştik. Jerome on yılı aşkın süredir çalıştığı on küsur ülkenin haritalarını ve Lonely Planet ya da Guide Routard gibi rehber kitaplarını muhakkak temin eder gitmeden. Bu sefer Pakistan’dan Jamaika’ya Türkiye üstünden geçtiği için, Fransa’da bıraktığı Lonely Planet’ın Jamaika baskısının yenisini neyse ki Pandora Kitabevi’nden bulabilmiştik. Kaldığımız ülkelerde gezmek için iple çektiğimiz hafta sonları ya da tatil günlerini de en iyi şekilde geçirebilmek için öncesinde olabildiğince araştırmaya çalışırız. Ama bu sefer biraz Jerome’un zaten bu bölgeyi bilmesine güvendiğimden, biraz da yola çıkmadan bir gün önce teslim edebildiğim çeviriye yoğunlaştığımdan ancak kalacağımız pansiyonları ayarlayabilmiştim. Dünya’nın en pahalı kahvelerinden birinin vatanı olan Blue Mountain’da herhalde başta kahve plantasyonlarının gezeriz ve eğer cidden Jerome’un dediği kadar uzun sürmüyorsa belki gaza gelir zirveye çıkarız gibi muğlak fikirlerin dışında kabaca haritadan kalacağımız pansiyonların yakınındaki ilginç yerleri defterime not almıştım. Ama Serena’nın hastalanıp iyileşivermesinin de rehavetiyle ne defterime bakasım geldi ne başka bir şey. Mekân sahibi Susan’a haritaya göre geldiğimiz yol üstünde olması gereken ama yol boyunca tabelasını göremediğimiz bir kahve plantasyonunu sorduk, meğersem eski bir beyaz Range Rover varmış bir virajdan sonra orasıymış. Daha sonra muhtemelen senelerdir yerinden oynamamış Range Rover’ı görünce bunun nasıl da tabela kadar etkili bir indikasyon olduğunu anlayacaktım. Sohbetimizde Susan bir de yakınlardaki rasta köyünden ve cumartesi günü Şabat ayinleri olduğundan söz etti. Kapalı bir yerel komünitenin arasına elinde fotoğraf makinesiyle davetsiz misafir gibi dalan patavatsız beyaz adam konumuna düşmekten çekinen Jerome’un dini ayin de olduğunu duyunca tedirgin olduğunu hissedip, ısrarla Susan’a peki yabancıları gerçekten kabul ediyorlar mı, rahatsız etmeyelim gibi sorular sordum. Hiçbir sakıncası olmadığını, kişi başı 500 Jamaika Doları (yaklaşık 10 TL) verip gezebileceğimizi, hem de gideceksek törenlerine katılabileceğimiz bir cumartesi günü gitmenin daha iyi olacağını anlattı Susan. İçimden turistlere yönelik müzemsi bir köy mü bu ne öyle giriş bileti alıp da mı gezeceğiz, diye çınlayan bilumum itirazları yine içimdeki merak bastırdı. Şimdi tek sıkıntı, arabayla sadece bir yere kadar gidip sonra yürüyecek olmamız, hem de dün gece ateşlenmiş 2,5 yaşında bir çocukla, sağanağa çevirip çevirmeyeceği belli olmayan bu yanardöner yağmurda… Evet, Himalayalara tırmanacak değiliz ama insanın işinin doğaya bağlı olduğu bu gibi durumlarda, karar bir anlık cesaretle korkup geri adım atma arasındaki incecik çizgide, tıpkı hayattaki birçok kritik kararda olduğu gibi. Bilen bilir, motosu “ahh beni bu kararsızlık mahvetti” olan bendeniz, öğleyin yiyeceğim yemekten, alacağım ayakkabının rengine, yazacağım tezin konusuna kararsızlık abidesine dönüşüp, ahh akıl danışacağım birileri olsun da beni kurtarsın şu halimden insanı, içimi dinleyebildiğim ender anlarda aslında en bi şahane kararları verebildiğimi de biliyorum. (Ahh bir de şu her daim iç sesini duyabilen olmanın formülünü bulaydın da bizi şu derbeder halden kurtaraydın Einstein amca!). İşte o ender anlardan biriydi, içimizdeki macera duygusu ve merak endişelerden üstün geldi.  Susan’ın tarifine uyup dün akşam geldiğimiz yoldan geri istikamet yola koyulduk, elbette Rafjam ekibiyle vedalaşıp, fotoğraflarımızı çekildikten sonra.


Tarife göre (üçüncü gece için rezervasyon yaptırdığımız ) Mount Edge’i geçtikten sonra anayoldan sapacağımız barın da dün kızları indirdiğimiz bar olduğunu düşünüyor Jerome ve tahmininde yanılmıyor. Dün bizimle şakalaşan bar sahibine “buralarda bir rasta köyü varmış, ne taraf kardeş?” tadında yolu soruyoruz, buradan aşağı vurun, araba yolunun bittiği yerde merdivenlerden yukarı çıkın, patikayı takip edin ya da hatta isterseniz arabayı buraya bırakın, yürüyün aşağıya diyor. Hava belirsiz, Rafjam’den ayrılır ayrılmaz uyumaya başlayan Serena hâlâ uyuyor, arabayla gidebildiğimiz kadar gitmek istiyoruz. Aşağıda yolun bittiği yerde bir kısmı uzun süredir terk edilmiş izlenimi veren 3-5 araba var. Tam tam seslerini iyice duymaya başladığımız yukarıdaki köyde bizi nelerin beklediği konusunda merakımız artmaya başlıyor. Gelen geri dönemiyor mu nedir bu ormanda terk edilmiş arabalar? Sırt çantasına gerekebilecek yedek kıyafet, özellikle Serena için muz, kuruyemiş tarzı atıştırmalıklar, şemsiye, el feneri vs. dolduruyoruz. Bir de Serena daha yeni doğduğu günlerde kararsızlığımız sayesinde koca bir öğleden sonramızı değişik modelleri deneyerek geçirmek zorunda kaldığımız bebek mağazasından aldığımız kanguruyu alıyoruz yanımıza. Uçağın çıkışında size verecekler denilmesine rağmen ancak bagajlarla beraber pusete kavuşabildiğim, dolayısıyla kucağımda uyuklayan bir bebek ve bilumum el bagajıyla havaalanında kıvrandığım yalnız uçak yolculukları deneyimi sonrasında muhakkak uçakta çantama tıkıştırdığım kanguruyu uzun süredir kullanmamıştım. Yavaş yavaş gözlerini açan Serena kanguruyu görünce “ben buna binicem” diye tutturdu. Merdivenler bitince inme sözü alarak soktuk artık iyice küçülen kangurunun içine. Tamam ben bir yandan dakika başı emen Serena’yla cebelleşirken Jerome’un da kanguru çeşitleriyle süren cebelleşmesi sonucunda en yüksek kiloya kadar taşıyabilenini almıştık. İyi bu zımbırtı teknik olarak 18 kiloya kadar taşıyor da peki biz o kanguruyu taşıyabiliyor muyuz? Dik merdivenler, hafif çiseleyen yağmurun ardından açan yakıcı güneş sayesinde sırtımızdan damlayan terlerle merdivenlerin sonuna geldi. Zar zor Serena’yı ikna edip, dar patikadan manzaraya hayran hayran bakarak tırmanmaya devam ederken tam tam seslerinin yaklaşması bize umut veriyordu. Yokuşun sonunda yeşil ahşap kapıya gelmeden fotoğrafların olduğu bir panonun önünde fotoğraf çekilme teklifime fotoğraflara daha dikkatli bakan Jerome dudak büktü, baksana silahlar var fotoğraflarda diyerek. Rastalarla silahın ne ilgisi var ile başlayan sorularımız gün ilerledikçe çoğalmaya devam edecekti.
İşte "School of Vision" rasta köyüne varmadan son merdivenler...
Girişteki ahşap kulübeyi bilet gişesine benzeten ben buranın otantikliği konusunda iyice şüpheye düşmeye başlamışken, ilerden başı türbanlı bir kadın gülümseyerek bize yanaştı. Köyde geçirdiğimiz süre boyunca bize mihmandarlık eden Beverly yarım saat sonra öğle yemeği için törene ara vereceklerini, araya kadar içeri girebileceğimizi ama tapınağa girmek istiyorsak, benim saçımı ve bacaklarımı örtmem gerektiğini söyleyip bana kırmızı-yeşil-sarı-siyah rasta renklerinden bir bere ve belime dolamam için de bir pareo veriyor. Herkes gibi ayakkabılarımızı çıkarıp sarı-kırmızı-yeşil ahşap çokgen tapınağa giriyoruz, yerler toprak, ortamı garipseyip, çoraplarını da çıkarmak istemeyen Serena kucağımdan inmiyor. 
Rastafari tapınağında kanguru misali ayin

Etçi değil “ot”çu olmaları, saçlarını kesmemeleri ve müzikle olan yakın ilişkileri dışında rastalar hakkındaki cehaletimle yüzleşip etrafı inceliyorum merakla. Kadınların hatta kız çocuklarının bile saçları, kolları, bacakları kapalı, bir grup erkek perküsyonlarla ritim tutarken, birtakım ezgiler mırıldanıyorlar, diğer oturan erkeklerin çoğu ganja (Jamaika’da marihuananın adı ganja) tüttürüyor, çocuklar etrafta dolanıyor. Ayin sırasında genelde kadınlar ve erkekler ayrı oturuyor. 

kadınlar başka yerde

Ayinin sonunda çocuklar da dahil herkes yanmakta olan ateşe doğru diz çöküp, ellerini işaret parmakları ve baş parmakları ile bir üçgen oluşturacak şekilde birleştiriyorlar, içlerinden biri “Jah” deyince hep bir ağızdan “Rastafari” diye bağırıyorlar.
Resim yazısı ekle
Çıkışta biz biraz daha içeride kalıp etraftaki resimleri yazıları inceliyoruz. Her yerde H
aile Selassie I’nin fotoğrafları var. Başka yerlerde de  fotoğrafını gördüğüm Selassie hakkında Lonely Planet’ta bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Gerek Rastalarla sohbetlerde ve aslolarak da eve dönüp biraz araştırdığımda Etiyopya’nın 1930-74 yılları arasındaki imparatoru Haile Selassie I’in onun tahta çıktıktan sonraki ismi olduğunu, Rastafari hareketinin de asıl ismi olan Ras (prens anlamındaki unvan) Tafari’nin (saygı duyulan kişi) adını ondan aldığını öğreniyorum. Dışarı çıkınca onlar dağıtılan sandviçlerden ve birer dilim karpuzdan oluşan öğle yemeklerini yerken biz de Beverly’i takip edip köyün tek bakkalı olan dükkândan hindistan cevizinden yapılan hafif tatlı ve inanılmaz doyurucu rasta kurabiyelerinin tadına bakıyoruz. Bir yandan ortama yavaş yavaş adapte olan Serena etrafta koşuştururken bir taraftan Beverly ve diğer Rastalarla sohbet ediyoruz. Yaklaşık 40 kişinin yaşadığı “School of Vision” adındaki bu Rasta köyünde, geçimlerini ektikleri ürünlerden elde ediyorlar, ürünleri pazara götüren rahip (uzun saçları ile bildiğimiz rahip görüntüsünden hayli farklı bu rahip o gün hasta olduğu için ayine katılamamış, biz dışarı birkaç dakikalığına görüyoruz onu) eline geçen parayla orada yetiştiremedikleri ürünleri satın alıp dağıtıyormuş.  Daha sonra Beverly’nin kocası olduğunu öğrendiğimiz yaşça daha genç Rasta’ya “Rasta doğulur mu Rasta olunur mu?” minvalinde bir soru soruyorum, onun rasta olma hikâyesini de merak ederek, bana gıdalara yerleştirilen mikroçiplerden bahsediyor, işte bu yüzden biz kendi tarımımızı yapıyoruz diyor. Sonra anlatmaya devam ediyor, eğer gerçekten merak ettiğini anlarlarsa saatlerce anlatabilir Rastalar gerçek İsa meselesini. Eğer yabancılarla konuşmaya alışık olmayan bir Jamaikalıyla konuşuyorsanız, İngilizce bilip anlaşacağınızı sanmayın, çünkü Jamaika ingilizcesi aslında bir patois (patua) yani İngilizce kelimelerle yerel dilin bir karışımı. Gerek konuya yabancılık gerekse patois etkisi ile uzun süre neden bahsettiklerini anlamakta zorlanıyorsunuz. Mikro biyoçipler, kara tenli İsa, Jesus değil, Jasos dedikçe onlar, sen ellerinden eksik etmedikleri ganja’nın etkisiyle uçuyor adamlar diye düşünmeden edemiyorsun. Ama dillerinden düşürmedikleri hikayenin özü Mesih’in aslında kara tenli olduğu ve Hıristiyanlığın beyaz Batılı anlatı tarafından çarpıtıldığı. Genel bir –izm ya da dinden öte bir yaşam felsefesi olarak kendini ortaya koymayı tercih eden rastaları tek bir çatıda toplamak da bu anlamda zor. Ama genel olarak Hıristiyanlık ve Musevilik etkisi açık, zira bolca ganja içtikleri ayinlerinde yüksek sesle İncil’den bölümler de okuyorlar. Ama sadece belli bölümlerini ve kendi yorumları ile. Yani aslında Afrika’dan köle olarak Karayiplere getirilen siyahilerin Hristiyanlığı kendi kültürleri ile yorumladıkları bir özgürleşme felsefesi. Jamaika’da siyahi milliyetçiliğin en önemli ismi Marcus Garvey’nin 1900’lü yılların başlarında Afrika’da başa gelecek bir siyahi kralın Mesih olduğu yönündeki kehanetinin Etiyopya’da Haile Selassie I'nin kral olmasıyla gerçekleştiğine inanıyorlar. Bu anlamda dünyaya ikinci kez gelen Mesih Haile Selassie I kutsal bir figür. Sohbetin bir yerinde peki senin ülkende mesihi nasıl biliyorsunuz diye soruyor biri. "Benim ülkeyi ne sen sor ne ben anlatayım, için daralır boşver” demek istiyorum, kısaca "bizimkiler Müslüman" deyip kapatıyorum, hiç anlatasım yok, dinlemek yetiyor bana bugün.
Her topluluktan topluluğa ve hatta her rastadan rastaya değişse de kimi belli kuralları var, mesela Ital (vital'den gelme bir sözcük) gıda yiyorlar, yani doğal, vücut için sağlıklı besleniyorlar. Kırmızı et, işlenmiş endüstriyel ürünler ve kimi zaman süt ürünleri tüketmiyorlar. Onun dışında kimileri tavuk da yemiyor ama genelde balık yiyorlar. 
Ben evliliğe karşı olduklarını duymuştum ama konuştuğum rastalar isteyen kişinin evlenebileceğini anlattılar. Peki ya kurallar, kurallara uymayanlar diye soruyorum. Esas olarak her insanın doğruyu kendi içinde bulmasına inanıyorlar ama bir problem olduğunda toplantılarında bunu konuşuyorlar ve sonrasında o kişiye “ateş” diyerek ceza veriyorlar. "Ne cezası peki?" “İşte ateş diyoruz, o kadar yani o kişinin bu hata üzerine düşünmesini sağlıyoruz”. Acayip hoşuma gidiyor bu yöntem. İçe dönmek önemli rasta kültüründe. Jamaika’daki genel yüksek perdeden konuşmalar, şakalaşmalar rasta köyünde pek yok. Artık ganja kafası mı yoksa ayinin verdiği huşudan mı, iki ayin arasındaki öğle arasında kimileri kendi kendine oturup düşünüyor, kimileri ise küçük gruplar halinde küçük sesleriyle konuşuyor, çocuklar bile daha sessiz sakin.

Tapınağın etrafında çocuklar 
Ortalıkta en hareketli varlık yine bizim Serena. Bir ara birisi elinde koca bir poşet mango ile geliyor, biz de dahil herkese mango dağıtıyor. Biraz sonra Serena’yı tuvalete götürürken mihmandar ot içip içmediğimi soruyor ve "ben içemiyorum, kötü oluyorum ama sigara içiyorum bulursam, sizde var mı" diye soruyor. Rastalar genelde alkol tüketmedikleri gibi sigara da içmiyorlar, hatta bir tür yasak. “Yanımda yok eşimden alıp veririm istersen” diyorum şaşkın bir halde. “Aman başkaları bilmiyor göstermeden ver” diye de ekliyor. yengeye suç ortağı olmaktan şimdi de beni ayinin orta yerinde oturtup "fire" derlerse ben de onlara "more fire more fire" diye cevap veririm artık diyorum içimden. (Partilerle romlar devrilip kafalar kıyak oldu mu bir de güzel bir şarkı çalıyorsa hemen çakmakları çıkarıp, "more fire more fire" diye bağırma adeti var da) 
Çocuklarla İncil 
Neyse tapınağa geri döndüğümüzde bir köşede çocuklarla İncil okuyor bir yetişkin kadın. Biraz onları seyredip biraz sohbet ediyoruz. 50-60 yaşlarında görece beyaz tenli bir adam Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Benim kızım Türkle evli, orada yaşıyorlar” diyor. Aslında İngilizmiş ama yıllar önce buraya yerleşmiş, rasta köyünde yaşıyormuş. İngilizcesini daha iyi anladığım, hem de dışarıdan bir gözle de beni yanıtlayacak birini bulmaktan memnun telefonunu alıyorum, kafamda o kadar çok soru var ki… Bir öğleden sonrada hepsine cevap bulmak mümkün değil. Ama akşam kalacağımız zirveye yakın pansiyona varmak için yol uzun ve engebeli. Rastaların sakinlikleri, hoş sohbetleri ve davullar eşliğindeki ritimler o kadar davetkâr ki hiç gidesimiz yok, tam Serena da ortama alışmışken. Hele de pansiyon olarak kullanılan bir evin olduğunu da öğrenince geceyi burada mı geçirsek mi diye düşünmüyor değiliz. Bir daha muhakkak gelip kalacağız diye söz verip sıkı sıkı sarılarak ayrılıyoruz kafada binlerce soru işareti ile rasta köyünden.


Blue Mountains'da bütün yollar Bubbles Bar'a çıkıyor
Dönüşte o köşedeki renkli barda sigara-alkol-muz cipsi molası veriyoruz, bizim rastalık da bu kadar anlayacağınız, hayatında ilk kez şam fıstığı yiyen sevimli bar sahibiyle şam fıstıklarımızı da paylaştıktan sonra 3 saate yakın sürecek yola koyuluyoruz. Yol kayda değer ölçüde engebeli, düşündüğümüzden de uzun sürüyor. Zirveden önceki araba yolunun son noktasındaki Whitfield Pansiyonuna ulaşmadan önceki son yerleşimde kocaman ses sistemlerini kurulduğunu görüyoruz. Jamaika’da yol üstünde en ucra köşelerde her erde karşınıza bir parti çıkmasına alışmışız ama bunu da beklemiyoruz, evet bu parti ve o kocaman ses sistemlerinden gelen müzik sabahın altısına kadar sürüyor. Jamaika’nın en yüksek zirvesindeyiz neredeyse, in cin top oynuyor, biraz ileride ateş böcekleri ve göğü donatan  yıldızlardan başka ışık yok ve sabah kadar süren bas sesi ile yorgunluğumuza rağmen sık sık uyanıyoruz. Kafa dinlemeye gelmişiz, peki kızıyor muyuz? Yooo, Jamaika’da bir yerlerden müzik sesi gelmezse garip hissediyor insan kendini. Hem bu kadar güzel bir doğada sinirleri alınıyor adeta, hoşgörü gurusu kesiliyor insan. Karanlıkla birilikte ulaştığımız Whitfield Cottage 18. yüzyıldan kalma bir kırevi, elektrik yok, su da sadece iplik gibi akıyor, o da sadece ortak kullanılan banyodaki küvetin musluğundan.  Evin sahibi ve işletmecisi 70’li yaşlarında beyaz bir Jamaikalı, paskalya tatili olduğundan kızı, damadı, torunu ve onların arkadaşları da orada kalıyorlar. Biz vardığımızda yemeklerini yemişler, şömine başı muhabbeti yapıyorlar. Jamaika’da da şömine görecekmişiz demek diye şaşırıp bir yandan ev sahibinden evin hikâyesini dinleyip bir yandan da bizim için hazırladıkları Jamaika’nın geleneksel barbunyalı pilavı ile tavuktan yiyoruz. Serena’nın etraftaki çocuklara rağmen dayanacak hali kalmıyor, iki ranzadan oluşan odada bir süre kim nerede nasıl yatacak muhabbeti ve ilke kez ranzalı odada yatacak Serena'ının bütün yatakları teker teker denemesi sonrasında derin bir uykuya dalıyoruz… ta ki uzaklardan gelen müziğin basları bizi uyandırana kadar. 

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Orman ne güzel ne güzel...

Yazılacak konular birikti. Bu işin bir deadline'ı, başımda yazı işleri müdürü, e haliyle para veren de yok motivasyon eksik diyeceğim ama vallahi bundan değil. Bu aralar doktora yeterlilik sınavı için hazırlanmaya çalıştığımdan ve bu yoğunluk tam da Serena'nın okuldan eve daha erken döndüğü Temmuz ve okulun tamamen kapalı olacağı Ağustos ayına denk geldiğinden biraz zaman düzenlemesi yapmam gerekiyor. Bu aranjman benim gece 1 buçuk sabah altı buçuk uykusu ile günü kotarmaya çalışmam şeklinde oluyor mesela. Mevcut her boş anımı makale okuyup notlarımı toparlamaya ayırmalıyım. Aksi gibi de yazacak bir dünya şey oluyor (mesela iki hafta önce Port Antonio ve Kingston yolculuğu yaptık. Geçen hafta sonu da Jamaika'nın en büyük  Festivali olan Reggae Sumfest vardı, hem de evimizin dibinde). Oysa ben daha Blue Mountain'daki Paskalya tatilinin devamını (ki en heyecanlı kısmı oydu) bile yazmayı bitirip bloga koyamamışım. Bir de Rastafari hareketi/yaşam biçimi, Jamaika yemek kültürü, Jamaikalıların patois (yerel dilleri), burada eğitim ve sağlık işlerine kendini vakfetmiş bir STK kurucusu ile yaptığım söyleşi, Serena'nın gelişimsel değişimleri (2 yaş krizleri bitti, kimse söylememişti meğer level atlanıyormuş, artık nurtopu gibi 3 yaş krizlerimiz ve bunlarla baş etme çabalarımız var), paralel yapının Jamaika'ya ulaşan kolu (nam-ı diğer yakında Jamaika'da açılacak olan Türk okulu) ... vs derken liste uzayıp gidiyor...
Neyse olacak hepsi bir gün yazılacak. Sakin.

Hem iyi şeyler de oluyor, mesela yanında ben olmadan uyumayan Serena artık sadece babasının ona kitap okuyarak uyutmasını kabul etti. Önceden de genelde akşamları Jérôme okuyordu kitap ama (uzun süre emerek uyumaktan kaynaklı bir alışkanlık olarak memeyle temas etmek istediğinden) ben de yanında malak gibi yatmak zorunda kalıyordum. Neyse 3 yaşında olunca çocuklar artık  memeyle oynamazlar diyerek bu konuyu kapattık şimdilik. Bir de ev işlerine yardımcı Ionie hemen her gün birkaç saatliğine de olsa geliyor ve her gün toz toprak içinde kalan evin temizliği ve bulaşık makinesi yokluğundan kaynaklı yığılan bulaşıklar gibi konularda beni hayli rahatlatıyor. Serena hâla bakıcı diye bir olaya o kadar yabancı ki onunla vakit geçirmesini sağlayamadım ama en azından yemek ve Serena'yla ilgilenmek dışında pek ev işi kalmıyor bana, bu da hiç fena değil.

Biraz evvel de Belgrad Ormanları'nın nasıl parka dönüştüğüyle ilgili uzun süredir orada trekking yaptığından oraları iyi bilen Kamil Eser'le yapılan röportajı ('Belgrad Ormanı parka dönüşüyor' )okuyunca bugün Ionie'yle yaptığım sohbeti hatırladım. Aktarayım kısaca.


-Havalar gittikçe sıcakladı, daha da sıcaklayacak mı ki Ionie? Ne zamandır yağmur da yağmıyor, hani yağmur mevsimiydi?
-Ağaçları kesiyorlar ondan herhalde. Geçen sene de pek yağmamıştı.
-Benim ülkemde çok kesiyorlar da burada da mı çok kesiyorlar ağaçları, ben görmedim pek?
-Kesiliyor çok.
-???

Nanny Şelalesi'ni keşfetme yolunda yeşillikler bizi bizden alırken dilimizde "kestane gürgen palamut" türküsü...
(ne güzel havaalanı yapılır di mi buraya!!!)

Şaşırıyorum... zira gördüğüm en yeşil memleketlerden biri Jamaika...
Seviniyorum... kişi başına en fazla kilisenin olduğu (konuştuğum kişi de her hafta düzenli kiliseye gidiyor mesela) bir ülkede yağmurun doğaüstü bir mevzuyla alakası olmadığını sokaktaki adam/kadın biliyor. Fazla mürekkep yalamakla, alim olmakla ilgisi yok bu işin. Muhtemelen doğayla hâlâ yakın ve doğrudan bir ilişki içinde olduklarından biliyorlar, seziyorlar.
Üzülüyorum... (mesela okuma yazma oranı çok daha yüksek olan) bizim memlekette para ve koltukları (ha bir de bir halt anlamadan körü körüne inandıkları ya da inanıyormuş gibi yaptıkları dinleri) dışında hiçbir şeyle, ne doğayla, ne insanla, ne de hayvanla doğrudan ilişki kuramayanların bir yandan ağaç kesip bir yandan yağmur duasına çıktıklarını hatırlayıp...

Neyse bak yine sinirleniyorum, iyisi mi size günaydın, bana iyi uykular...

Günün şarkısı da bir süredir Serena'yla dilimizden düşmeyen "Kestane, gürgen, palamut altı yaprak üstü bulut, gel sen burda derdi unut orman ne güzel ne güzel!" olsun madem...



9 Temmuz 2014 Çarşamba

Miniklere Gezi’yi anlatmak: Tüm dünyada bir hayalet dolaşıyor… Gezi’nin hayaleti


Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük Ali İsmail Korkmaz Berkin Elvan, Medeni Yıldırım, Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif, Elif Çermik vd. anısına… 

Etkinlik videosu için:



Mayıs Jamaika’da çocuk ayı kabul edildiğinden Serena’nın okulundan isteyen velileri çocuklarla bir etkinlik yapmaya davet eden bir mektup göndermişlerdi geçenlerde. Çocuklar bahçede toplaştı mı ilk aklıma gelen oyun kutu kutu pense oluyor, hem oynaması kolay, hem eğlenceli, hem de tehlikeli olmayan bir oyun. Ayrıca çocukların birbirlerinin isimlerini öğrenmeleri için de iyi bir vesile. Sonra da yağ satarım bal satarımı düşündüm. Daha önceki denemelerimde 2-3 yaş grubu için ilk seferde anlaması biraz güç bir oyun ama yine de bir iki sefer oynadıktan sonra anlarlar elbet dedim. Hoş belki değişik bir şeyler bulurum, ben de bilmediğim bir oyun öğrenirim umuduyla internette araştırmama, Özge ve Gökçe’nin de fikirlerini almama rağmen daha enteresan bir şey çıkmadı. Serena’nın öğretmeni Miss Sandra ise Serena’nın dans etmeyi sevmesinden yola çıkarak onlara dans öğretme teklifinde bulundu. Gerçekten de çocukların dayanamadıkları iki şey müzik ve dans… İlk aklıma gelen zeybek oynatmak oldu, her ne kadar şehr-i İstanbul tarafından asimile olmuş olsam da öz itibariyle safkan bir Ege’liyim, iyi kötü bilirim zeybeği. Ayrıca Serena’nın baba tarafından Egeli kuzeni Çınar’ın daha yürümeye ilk başladığı günlerden beri mükemmel bir edayla zeybek oynayışı  (öyle yavaş kol bacak hareketleriyle pek işi olmaması itibariyle Çınar’a daha çok horon tadında eşlik eden) Serena’nın da çok hoşuna gider. Yanıma Harmandalı ile beraber Serena gibi daha hareketli ritim ve dansları sevebilecek çocuklar için de Kazım’ın “Ella Ella”sını mı yoksa “Fadime”’sini mi götürsem diye düşündüğüm bir anda, etkinlik tarihinin Gezi’nin yıldönümüne denk geleceğini fark ettim. Evet, 30 Mayıs günü Jamaika’da, dünyanın dört bir yanından gelme bir avuç 2-3 yaş arası çocuğa ağaçları kesip parkları yok etmenin kötü bir şey olduğunu, ama birlik olunursa bunları koruyabileceğimizi konu eden bir masal anlatacaktım… Bu aynı zamanda benim küçük Gezi Direnişi anmam olacaktı.
 “Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde çok ama çok uzaklarda Türkiye adında bir ülke varmış. Serena Maya’nın doğduğu bu ülkede çok eski bir de park varmış. Çeşit çeşit ağaçların ve çiçeklerin olduğu bu parkın adı Gezi Parkı’ymış. Çok fazla ağacın ve parkın olmadığı bu ülkede insanlar Gezi Parkı’nı çok severlermiş, çünkü havaların çok sıcak olduğu günlerde ağaçların gölgesinde bir banka oturup arkadaşlarıyla sohbet etmek hoşlarına gidermiş. Çocuklar da Gezi Parkı’nı çok severlermiş çünkü arabalardan korkmalarına gerek kalmadan bir uçtan diğer uca rahat rahat koşturabilir, salıncaklarda sallanır, parktaki kedileri ve kuşları besler, köpeklerle oynarlarmış... Ama aynı ülkede çocukları, hayvanları ve ağaçları hiç mi hiç umursamayan kötü kalpli bir kral varmış. Piyyat adındaki bu kralın parayı ağaçlardan, çocuklardan ve hayvanlardan daha çok seven kötü adamları da varmış. Bir gün kralın adamları ağaçları kesip kocaman bir inşaat yapmak için buldozerlerle parka gelmişler… Ağaçlar ağlamaya başlamış…” diye yazmaya başladığım masalı gece Serena yattıktan sonra Jérôme’la beraber sohbet ede ede devam ettirdik. Daha önce ufak bir çocuk hikâyesi denemesi dışında oldukça tecrübesiz olduğum bu alanda en çok da kötü adamları nasıl anlatacağım mevzusunda kastım. Ne gereksiz yere çocukları korkutan canavar ne de çoğu kere haksızlık ettiğimiz kurt simgesini kullanmak istiyordum.  Peki ya ölüm, savaş, yenilgi, zafer gibi sözcükleri kullanmadan nasıl anlatılırdı olanlar? Fenerbahçeli taraftarların Berkin için söyledikleri şarkıda olduğu gibi hep zafere inanır mı çocuklar?*
Kalabalık bir grup halinde uzun süre bir anlatıyı dinleyebilmek için fazla küçük olduklarından olabildiğince onları da dahil eden, karşılıklı diyaloga da yer veren bir tarz bulmaya çalıştım masalı anlatırken. Ve masal şöyle devam etti:  
“Ağaçların ağlamasını duyup ağaçların kesildiğini gören bir çocuk diğerine fısıldadı “ağaçları kesiyorlar”, sonra sırayla bütün çocuklar kulaktan kulağa fısıldadılar: AĞAÇLARI KESİYORLAR… Onları duyan köpekler de çok üzüldü çünkü köpekler de parkta arkadaşlarıyla oynamayı seviyordu, onlar da hav hav diye havlayarak diğer arkadaşlarına haber verdiler, (bu sırada çocuklar köpek olup havladılar). Ve parkı seven kediler de miyav miyav diyerek arkadaşlarına haber verdiler.  (bu sefer bütün çocuklar miyavladı). Ağaçların kesildiğini gören kuşlar da çok üzüldüler çünkü o ağaçlarda yuva yapıyorlardı onlar da kanat çırpıp diğer kuşlara haber verdiler (çocuklar şimdi de kuş olup cik cik diye öterek kanatlarını çırptılar). Parkta bir de kelebekler yaşıyordu onlar da çiçekleri ve bu parkı çok seviyorlardı onlar da pır pır kanatlarını çırparak diğer kelebeklere haber verdiler (çocuklar kelebek olup elleriyle kanat çırptılar). Ve kelebeklerin arkadaşı arılar vardı, çiçeklerden beslenip bal yapan, çiçeklerin kesilmesini istemeyen arılar da bızzzz diye uçup arı arkadaşlarını yardıma çağırdılar (çocuklar parmaklarıyla bızzzz diyerek arı oldular).
Bütün hayvanlar ve çocuklar parkta toplandığı sırada bir anda yağmur başladı, pıt pıt diye damlalar çoğaldı çoğaldı sağanak oldu. Sonra bir anda güneş açtı, gökkuşağı çıktı. Yağmur ve güneş sayesinde ağaçlar o kadar çok büyüdü, çocuklar o kadar çok çoğaldı ki kötü kral ve kötü adamları parka giremedi. Ve bir daha asla ağaçları kesemediler çünkü artık çocukların, köpeklerin, kedilerin, kuşların, kelebeklerin ve arıların onları koruduğunu anlamışlardı…”
Masalın sonunda yanımda getirdiğim yaprakları çocukların ellerine çok etkili olmayan bir selobantla yapıştırınca ağaç oldular. Evde önceden farklı renklerde Ali İsmail, Ethem, Ahmet, Abdocan, Mehmet, Berkin, Medeni, Hasan Ferit’in isimlerini yazdığım kağıtları da çocukların üstüne bantlayınca bu ağaçların birer ismi oldu. Miss Sandra’nın o anda gelişen önerisi ile teker teker ağaçlarının isimlerini söylettik çocuklara, o minicik ağızların dilleri döndüğünce Berkin, Abdocan, Ethem… deyişleri öyle bir içimi titretti ki bir yerlerden izlediklerini teker teker bu gökkuşağı rengi veletleri öptüklerini hayal ettim.

En sonunda Gezi’nin çocuklarının isimlerini taşıyan bizim ağaç-çocuklarla el ele tutuşup kutu kutu pense oynadık. Dikkatlerinin artık dağılmaya başladığını fark ettiğimden yağ satarım bal satarımdan vazgeçip doğrudan dans etmeye başlayacaktık ama Jamaika’nın bol sağanaklı ve şimşekli yaz mevsimine girdiğimizden önceki gün çakan şimşekler nedeniyle okulun elektrik tesisatı tarumar olmuş, müzikleri çalacak priz bulamadık. Zeybek ve horonu bir başka güne havale edip evde hazırladığım pancar, taze soğan, havuç, patates ve peynirli keki yemeğe geçtik. Bir önceki denememde Serena’nın pembe kek diye diye severek mideye indirdiği Özge’den tarif desteği aldığım bu keki maalesef birçoğu yemedi. Zavallıcıklar pancarları kırmızı kırmızı görünce ne tür şekerler hayal ettilerse, sanırım bu tuzlu kek onların şekere alışmış ağız tatlarına pek hitap etmedi. En çok da annesinin sıkı kararlılığı sayesinde ağzına henüz ne şeker, ne et ne de inek sütü değmiş Saffran kızımızı düşünerek yapmıştım ama o bile pek itibar etmedi benim sebzeli keke.
Her neyse kek bahane, yumurcaklarla gezi anması şahane. Sonuçta dikkatleri her an dağılmaya hazır, yandaki 3 yaş grubunun da katılmasıyla sayıları on beşi bulan yumurcakla hayatımda ilk kez (hem de İngilizce) böylesi bir deneyim yaşadım. Annesini okulda görmenin şaşkınlığı ve heyecanı içindeki Serena’nın “I’m the mother” diyerek benim dibimden, tepemden, sırtımdan ayrılmaması ile ara ara elimin ayağıma dolandığı bu masal etkinliği hayli zorlayıcı ama bir o kadar da keyifli geçti. Her bir çocuğun kişisel özelliklerini iyi bilen Miss Sandra’nın da gezinin spontanlığını aratmayan katkıları ile daha da renklendi masal. Masalı çok beğenip büyük sınıfların mezuniyeti için oyun haline getirmeyi teklif eden Miss Sandra ertesi gün çocuklara yine aynı masalı anlatmış. Artık tanıdık bir masal olduğundan minikler daha aktif katılmışlar, okula birkaç hafta önce başlayan Luca bile fısıldama oyununa heyecanla katılmış, çıkışta da annesine ağaç oldum ben diye rapor etmiş. Dün de okul çıkışı masalı konuşurken Serena’nın “It’s my Gezi park, it’s my Turkey” ısrarı üzerine az kalsın Luca’yla ikisi “No, my Turkey, it’s my Turkey” diye kavgaya tutuşacaklardı. Genelde okuldaki etkinliklere katılmayıp gözlemlemeyi tercih eden utangaç Saffran ise “Gezi Parkı diye bir park var orada ağaçları kesiyor canavarlar ama bütün hayvanlar birleşip ağaçları kurtarıyorlar, ben de kelebek oldum ağaçları kurtardım” diye anlatıp durmuş eve gidince [canavar sözcüğünü hiç kullanmamama rağmen nasıl da yorumlamış kendince].  
Belki doğanın bu kadar cömert davrandığı, yeşile doymuş bu adada kesilen 3-5 ağaç göze batmaz şimdilik ama ülkenin en önemli gelir kaynağı turizm yatırımı adına artan devasa otel ve lüks site inşaat sektörünün yükselişte olduğu düşünülürse dünyanın geri kalanı gibi burada da Gezinin çıkış saikleri güncel. Biliyoruz yaptığımız hiçbir şey yitip giden canları, Gezi’nin büyümeyecek çocuklarını geri getirmeyecek ama belki de miniklerimize Gezi’nin çevreci, ortaklaşmacı, yaratıcı, dayanışmacı ve saygı-nezaket yüklü değerlerini hissettirerek, bulunduğumuz her yerde Gezi ruhunu yaşayarak, yaşatarak alt edeceğiz “ağaçları kesen bu korkunç canavarları”…
Çünkü biliyoruz ki “Her yer Taksim ve bu daha başlangıç…”

 *“Hep hep birlikte yürüyelim, zafere inanır çocuklar
Çok çok sevdik anlıyor musun, ölümsüz Berkin Elvan”


4 Haziran 2014 Çarşamba

Soma’nın ardından -2 İleri SOMA-TOMA “Demokrasi”sinden kendi demokrasimize…*

“Biraz hayal kurmak tehlikeliyse, bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır.” Marcel Proust



Birileri yerin kaç kat altında nefessiz kalırken, iş cinayetlerinde daha nice işçi emekçi göz göre göre sakat kalıp ölürken, 14 yaşında çocuklar ekmek alırken, gençler meydanlarda, sokaklarda gaz kapsülleriyle öldürülürken, sınır kapılarında analar çocuklarının gözleri önünde silahlarla taranırken, bir sigara parasına kilometrelerce yol tepenlere çocuk genç demeden bombalar yağdırılırken, kadınlar tecavüz ve namus cinayeti kıskacında sıkışıp kalmışken, tüm bu olanlar karşısında diğerlerinin yavaş yavaş ruh ölümleri gerçekleşirken geçen Haziran’daki iktidara karşı mizah ve neşe gücümüzü kaybetmeye başlamışken, hayalden başka tutunma gücü kalmıyor bazen insanın. Tüm bu vahşet niye? Öz gücümüzü, kapasitelerimizi, arzularımızı gerçekleştirmek için gelmedik mi bu fani dünyaya? 
Bir hayalim var. Soma katliamının haberini binlerce kilometre öteden aldığım gece herkes gibi uyku tutmadı düşündüm durdum, gündemi takip eden ortalama bir Fransız eşimin “Şirket sahibi başbakanın tanıdığıymış, değil mi” sorusu ile başlayan sohbetin “Peki kim çıkaracak bu kömürü?” ile devam eden saatlerinde… Bir kere çevreye, insana bu kadar zararlı bu kömürün çıkartılması şart mı? Yenilenebilir enerji kaynakları ne güne duruyor? Hem ortadan kâr hırsını kaldırdık mı bu kadar fazla üretime ne gerek var? Reklamlar, tüketim çılgınlığı, AVM tipi ambalajlı hayatlar, lüks sitelerin gece gündüz yanan ışıklandırmaları, tüm bunlar olmadığında zaten bu kadar çok termik santrala, nükleer santrala, kömür madenine, HES’lere ihtiyacımız olur mu gerçekten?
Elime sihirli bir değnek alıp bir anda kimsenin, özel şirketin ya da devletin, artı-değer üretme kaygısının olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Mutluluk nedir diye soruyorum kendime, insanın kendi yeteneklerini hayata geçirerek, arzu ettiği işi, para gibi başka bir dolayım aracı olmadan yapması diyor içimden bir ses. E hadi o zaman mesela birisi kek-pasta pişirmeyi seviyorsa onu yapsın, bir başkası duvar boyamayı seviyorsa onu, eminim birileri balık tutmaktan hoşlanırken, birileri de tamir işlerini yapmaktan zevk alacaktır. Birkaç yıl evvel okuduğum bir gazete haberini hatırlıyorum; belli ki benim gibi düşünen birileri böylesi bir ağ kurmuşlar, mesela ev toplamaktan hoşlanan biri başka birilerinin evlerini toplamaya gidiyor, gittiği saat karşılığı da o ağa üye birilerinden istediği hizmeti, malı alıyor. Örneğin elektrik işlerinden anlayan ve seven birisi gelip onun evinin elektrik işlerini yapıyor.
Küçükken matematik öğretmeni olan annemin, piyano öğretmeni aile dostumuzun çocuklarına matematik çalıştırması sayesinde (ben pek değerini bilemesem de) ablamla beraber piyano çalmayı öğrenmiştik. Müziğin değeri gibi bu karşılıklı dayanışmanın değerini de yıllar geçtikçe daha da iyi anladığımı anlattım Jérôme’a, ama oldukça somut ve pratik sonuçları seven Jérôme “peki mesela İsviçre’de o çok pahalı saatleri üretenler ne olacak?” diye sorunca önce “ne gerek var pahalı saatlere?” diyecek oluyorum ama yoo güzel ve mükemmel işleyen saatler üretmeyi sevenler yine üretsinler, çalıştıkları süre karşılığı da ortak havuzdan istedikleri hizmeti, ürünü alsınlar.  “Peki ya binlerce dolara satılan ama aslında 2 saatte yapılıveren bir sanat eseri?” diye soruyor bu sefer. Evet, sanat belki de ölçüsü en zor ürün, ama zaten mesele de bu değil mi? Niye ölçmeye, paha biçmeye çalışıyoruz? Hayat, senin, benim, ölümlerin en beteriyle ölüp giden madencinin hayatı ölçülür mü ki? Roman yazmayı seven yazsın, resim yapmayı seven yapsın, bak arada satış mantığı olmayınca çok daha güzel işler çıkacak göreceğiz. İsteyen o resimleri “alsın” ya da resim yapmayı seven kişi resim yapmayı öğrenmek isteyenlere ders versin  (yani ortadan para kalktığı için simgesel bir alış olacak bu, sanatçının hanesinde o resim için harcadığı zaman kadar bir hizmet ya da ürün alma hakkı olacak) Hem zaten bir köşede sermaye biriktirme derdindeki şirketler, patronlar, siyasetçiler aradan çekildiğinden, aşırı tüketim mantığı yok olduğundan kaynaklar da insanlığa rahat rahat yetecek. 

Hele bir 2,5 yaşında çocuk psikolojisinden çıksa insanlık ve sahip olduklarıyla değil de severek yarattıklarıyla mutluluğu yakalasa. “Ben” derken aslında bütün bir evreni kapsayan bir “BİZ”i solusa, yalnızlaştırılmış, gelecek güvencesizliği, aç kalma korkusu içinde kenara bir şeyler biriktirmekle değil o anda yaptığı her ne ise onu yaşasa. Bunun örgütlenmesi ilk başta zor gibi görünse de aslında teknolojinin ve genel zekânın geldiği bu evrede eminim bilgisayar programcıları müthiş bir program hazırlayabilirler bu severek yapılan işler havuzu için. Sonra bunun organizasyonu, çıkan sorunlar vs. hep beraber doğrudan karar alma süreçleri ile sağlansa. Nezaketle, güvenle, saygıyla ortak yaratılan bir güzelliği yaşamak adına… İnsanlık tarihi bunun örneklerini biliyor: Paris Komünü, Zapatistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketi, Gezi Parkı’nda paranın ortadan kalktığı ortak yaşam deneyimi, forumlar… Hele bir devletin şiddeti ve baskısı ile uğraşmak zorunda kalmadan kurucu gücümüzü tanıyabilsek, neler neler olur… Benim hayalim bu ve yalnız olmadığımı biliyorum. Bunca acı, bunca utanç, bunca sefalet, bunca haksızlık, karşısında hayallerimize, umutlarımıza sarılmazsak pek yakında hepimizin nefessiz kalacağını bildiğim gibi…
 

*Uzuncorap.com sitesindeki yazım (http://uzuncorap.com/2014/05/29/soma%E2%80%99nin-ardindan-2ileri-soma-toma-%E2%80%9Cdemokrasi%E2%80%9Dsinden-kendi-demokrasimize%E2%80%A6/)

Gücün, paranın, şiddetin olmadığı yerde eşitiz

birlikte üretiyor



birlikte yiyor

birlikte pişiriyor





birlikte dans ediyor
şarkı söylüyor



özgürce nefes alıyoruz...

Soma’nın ardından -1: Kapitalizmin fıtratı ya da başbakanın terrible two sendromu*

Birkaç ay içinde 3 yaşına basacak kızımın bir süredir beni en deli eden davranışı sinirlendiğinde nasıl ifade edeceğini bilemeyip bazen bana, babasına ya da bir arkadaşına vurmaya kalkışması, bir de eve başka çocuklar geldiğinde hele de sevdiği bir eşyasına dokunurlarsa bu benim diye bağırıp ellerinden çekip alması. Elbette etrafında üç dilin döndüğü bir yaşamı var ve şu anda aslında en hakim olduğu Türkçeyi sadece ben konuşuyorum etrafında, derdini sözsel ifade edemeyip fiziksel davranışa yönelmesinin de, anneden bağımsızlaşarak kendine ait bir benliğinin oluştuğu bir dönemde eşyalarıyla bize aşırı görünen bir özdeşlik kurmasının da gelişimsel bir aşama olduğunu kabul edip sakinlikle baş etmek gerekiyor.
Ama özellikle Türkiye’de yaşanan bu inanılmaz trajik olayları düşündüğümde bu iki mevzuda daha da hassaslaşıyorum. Elbette evveliyatı var ama özellikle son bir yılda geometrik artış gösteren, her seferinde “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” sloganını beynimize kazıyacak şekilde toplumun değişik kesimlerine yönelen şiddet ve başımıza gelen bütün bu rezaletlerin asli sebebi olan özel mülkiyet hırsının küçük nüvelerini bu minicik bedende gözlemleyince, hele de zaten yaşananlar karşısında bitap olmuş sinirlerine insan zor hakim oluyor. Bu ufaklıklar büyüyünce geçiş dönemine özgü hallerin unutulacağını biliyorum da koca koca adamların (ve bazen de kadınların) iki buçuk yaşındaki çocuk davranışları içinde kala kalmalarını nasıl açıklayacağız, kendimize ve daha da beteri şimdi bebek olan çocuklarımıza? Bu park benim, AVM de yaparım, kışla da yaparım, canım isteyince halka açar, istemeyince kaparım, kadınların bedeni benim, doğurup doğurmayacağına, doğuracağı çocuk sayısına, nasıl doğuracağına da ben karar veririm, bu gar benim ister otel yaparım ister iş merkezi, özgürce akan nehirler de benim, önlerine set çeker HES yaparım, bu maden benim ister kömürün tonunu 140 dolara çıkarırım ister 23,8 dolara, çalışan işçiler de benim ister karın tokluğuna çalıştırırım, ister içten içe yanan madene göz göre göre ölüme gönderirim… 

Penguen çizeri Cem Dinlenmiş'in çizimi

Tarımı, hayvancılığı yok et, halkı mülksüzleştir, borçlandır, günde 40 lira yevmiyeye yerin kaç kat altına mahkum et, taşeronlaştır, başkanını kendinin seçtirdiğin sözde bir sendika olsun, iş güvenliği diye bir mefhumu ortadan kaldır, nerdeyse tüm dünyanın imzaladığı ILO’nun 176 sayılı sözleşmesini imzalamayan Afganistan ve Pakistan’daki maden işçileriyle aynı koşullarda çalıştır işçileri, polislere gani gani dağıttığın gaz maskelerinin küflüsünü, bozuğunu ver maden işçisine,  bırak yaşam odasını acil bir durumda yönlendirme yapılmasının olmazsa olmazı üç kuruşluk hoparlör sisteminden, gaz detektöründen bile tasarruf etmeye çalış, önlem alma, yeter ki bant durmasın, daha fazla rekolte, daha fazla kâr, daha fazla rezidans için doğru düzgün eğitim vermeden işçileri köle gibi çalıştır, tek kurtarma planın kendini, şirketini, partini ve iktidarını kurtarmaya yönelik olsun, ölüleri yaralıymış gibi solunum cihazı takıp madenden çıkartmaları için doktorlara talimat ver, korku filminde olsa bakmaya cesaret edemeyeceğimiz sahnelerde öldürdüğün yetmiyormuş gibi bir de ölüsüne, yasına saygı duyma, gerçek rakamları sakla, isimleri açıklama, başbakanı korumaya çalışan polis, asker ve korumalara, onların şiddetine değil yardım edecek ekibe ihtiyaç varken, insanlar çocuklarını, kocalarını, nişanlılarını, karınlarındaki bebeklerin babalarını ararken üstlerine biber gazı, su sık, yetmedi danışmanın bir yandan sen bir yandan yumruk at tekme at, sonra herkesin gördüğünü, bildiğini yok say, korkutarak, tehdit ederek ifadelerini değiştir, yaşadığı acı yetmezmiş gibi bir de geride kalan çoluğuna çocuğuna nasıl bakacağım derdiyle zaten gelecek kaygısı içindeki insanları gözün görmediği kulağın duymadığı yerlerde tazminatını vermeme tehdidiyle korkut, diğerlerini ocak kapanır işsiz kalırsınız diyerek sindir, koca bir ilçeye fiilen OHAL uygula, şu zor zamanlarda insanların kırılgan halinden faydalanıp cübbeli hacı hoca takımını sal aralarına ki kaderlerine daha kolay boyun eğsinler, isyan etmesinler, dünyalarını, üç duayla, umre mükafatlarıyla daralt ki görmesin gözleri sömürünün gerçek yüzünü, onlar dışında bölgeye tanıklık etmek, gözlem yapmak, destek olmak için gelen avukatları, öğrencileri yaka paça işkence ederek gözaltına al, onları savunmaya gelenleri de gözaltı repertuvarına ekle, dolaylı/dolaysız hâlâ kesin rakamdan emin olamadığımız bu katliamın sorumlusu lacivert takım elbiselileri koruyacağım diye kör topal ilerleyen çalışmaları durdur… Saymakla bitmiyor ki, ne bu vahşi düzenin yıktığı ocakları, anasız, babasız, çocuksuz bıraktığı evlere, ne de sonrasında muktedirlerin mesuliyet kabul etmek şöyle dursun bir de suçluyken güçlü hale geçme pişkinliklerine tahammülümüz kalmadı.
Ortalama bir algı ve zeka düzeyine sahip herkesin anlayabileceği bir şey, bir ton kömürün maliyeti bir yerlerden kısmadan 130- 140 dolardan nasıl 23,8 dolara düşürülür? Alp Gürkan’ın elinde sihirli bir değnek olmadığına göre, işçinin ücretinden, iş güvenliğinden kısarak elde etti bu düşüşü.  Madende güvenlikçi olarak çalışan bir madenci çok güzel özetliyor: “içeride bir şeyler döndü”, evet kurtarma sırasında bir şeyler döndüğü gibi öncesinde ve bu noktaya gelinmeden döndü asıl bir şeyler. Basit kural: kapitalizm artı-değer yarattığı oranda varlığını sürdürebilir. Aslında Başbakan başka bir açıdan doğru söylüyordu, bu işin fıtratında bu var. 150 yıl önce sakallı bunu uzun uzun inceledi, kapitalist ekonominin ana ilkesi olan emek-değer yasasına göre toplumun temelini canlı emek gücü (bu olayda madenci) oluşturur. Canlı emek gücünün gerekli ürünün ötesinde, fazla üretim yaptırılıp artı- değerine el konularak sermayedar da sermayesine sermaye katmaktadır.  Bugün neoliberalizm altında işleyişte kimi değişiklikler olsa da meselenin özü değişmemiştir, asıl değeri yaratan canlı emek gücü işi sevip sevmemesinden bağımsız, fabrikaya, madene, şirkete, karnını doyurabilecek kadar ücret nereden eline geçebilecekse oraya mahkûm edilecek, yoksullar bedava dağıtılan kömüre mahkûm edilecek, insanlar patronların elindeki “kaderlerine”  mahkûm edilecek ki bu çark dönsün… Bu katliamın özetini röportaj yapılan bir maden işçisi söylemiş: "bu olayın sorumlusu zenginler, patronlar... Sırf zengin daha fazla kazanması için bu insanları kurban ettiler"… Evet, kapitalist ekonominin bugünkü neoliberal işleyişinde ve özellikle AKP iktidarı sırasında had safhasına varan muhafazakârlık ve cemaatçiliğin acı sosuna bulanmış, eş-dost kayırmacı versiyonunda işçi ölümleri de, kadın cinayetleri de, doğa katliamları da, savaş da bu işin fıtratında var.

*Uzuncorap. com sitesinde yayınlanan yazım (http://uzuncorap.com/2014/05/27/soma%E2%80%99nin-ardindan-1-kapitalizmin-fitrati-ya-da-basbakanin-terrible-two-sendromu/)



8 Mayıs 2014 Perşembe

Mavi Dağlarda Paskalya Tatili

     1. Gün (Yol halleri)
Daha Jamaika’ya adımımızı attığımız ilk haftadan beri gitmeye niyetlendiğimiz Jamaika’nın dağlık bölgesi Blue Mountain’a sonunda gidebildik. Aslında 22-23 Şubat’ta Blue Mountain Müzik Festivali sırasında gitmeyi düşünmüş, sonra da Jamaika’ya geleli iki hafta olduğundan hiçbir rezervasyon yapmadan hazırlıksız gidip 2,5 yaşında bir çocukla orada sefil olmayı gözümüz yememişti. Şimdi gezip gördükten sonra gel de pişman olma, o şahane doğada konser eminim çok etkileyicidir, neyse seneye diyelim…
Yola çıkmadan bir gece önce Jérôme’un iş arkadaşlarıyla Paskalya yemeği vardı Half Moon otelde (Burayı özellikle belirtiyorum çünkü gezinin sonu bir şekilde buraya bağlanacak, kemerlerinizi bağlayın). Etrafta benim karışımdan daha büyük topuklularla yabancı turistlerin dolaştığı bol yıldızlı bir otel olan Half Moon, deniz kenarında kolonyal bir yapı. Ancak denizin çok yakınında yapıldığından bina rüzgârı kesiyor, yemek boyunca sırtımızdan damlayan terler yetmiyormuş gibi Serena da arkadaşlarını bulunca her zamanki gibi ayakkabılarını bir köşeye fırlatıp koşturdu durdu, doğru düzgün yemek de yemedi. Oysa çocuklar için boylarına uygun, kırılmaz tabak çanak kullanılan bir açık büfe bile vardı bu lüks otelde. Koşturmaktan biraz yorulunca çocuklar kumsalı keşfedip saatlerce kumlardan yemekler, oyunlar icat edip durdular. Ayrılma vakti geldiğinde grubun bir kısmı (tabi çocuksuz olanlar) Doctor’s Cave’e gitmeyi teklif ettiler. Serena’ya bara mı gidelim eve mi dönelim diye sorunca bara gidelim diye atıldı kuzucuk, bar onun için çocukların etrafta koştuğu, kumların falan olduğu eğlenceli bir yer sanırsam. Gündüzleri plaj akşamları da bar hizmeti veren Doctor’s Cave Beach’i merak ediyordum zaten, bu yorgunlukla yolda zaten Serena uyuyakalır biz de onu pusetine koyar birer kadeh bir şey içeriz diye düşündüm. Mekânın çok gürültülü olması durumunda, B planı olarak birkaç hafta önce bir arkadaşın doğum gününde olduğu gibi Jérôme Serenayla eve döner ben de daha sonra ev tarafına giden arkadaşlardan biriyle geri dönerim diye düşündüm. Gel gör ki C planı doğalında gelişti. Varana kadar arabada uyuyan Serena pusete alırken “geldik mi” diye gözlerini açtı. Neyse pusette bir süre sonra uyur herhalde diye umut ederek girdik mekâna. Açık hava olmasına rağmen, ara ara etraftan gelen marihuana kokuları ve Jamaikalılar için alçak ama bizim için yüksek volümdeki müziğe rağmen kalmaya inat ettik. Bir süre kucağımdan inmeyen Serena’yı kumsala doğru bir yerde kucağımda pışpışlayarak uyutmayı becerip zafer kazanmış anne edasıyla onu tekrar pusetine koyar koymaz greyfurt sulu Appleton (Jamaika’nın geleneksel içkisi romun en yaygın markası, Rom yerine Appleton demek yetiyor) bardağını kafama dikmem bir oldu. Tam müziğin ritmine kendimizi kaptırıp bir iki dans edelim derken, uzun süredir burada çalışan Jérôme’un arkadaşlarından birinin eşi yanımıza geldi, çocuğun kimin olduğunu merak eden bar sahibini tanımıyormuş. Meğer 18 yaş üstü kuralı burada da geçerliymiş, patron “burada uyuşturucu var, seks var, polis gelse bize ceza kesebilir” demiş. “Aman neyse yarın sabah erken yola çıkacağız zaten, alın barınızı başınıza çalın hıh!” deyip arkamızı dönüp çıktık. Çıkarken de içimden geceleri Serena’yı bırakabileceğimiz bir çözüm bulmalıyız diye söylenip durdum. Neyse böyle hareketli bir gecenin sonunda uykusunda birkaç sefer öksüren Serena toplamda yedi saati bulan yolun büyük kısmında da uyudu. Biraz hastalık kokusu aldığımdan nezle grip gibi durumlarda faydasına inandığım meşhur homeopatik Oscillococcinum’dan verdim yol boyunca.
 
Montego Bay’den Blue Mountain’a varmak için önce düz otobanda 2-3 saat doğuya gittikten sonra güneye doğru direksiyon kırıp dağlık, bol virajlı, uçurumlu bir yoldan ilerliyorsunuz.  Bu arada otoban dediğime bakmayın, en fazla 80 km olan hız limiti, çoğu yerde yerleşim bölgelerinden geçildiğinden 50’ye düşüyor. Tabelalar da düzgün konulmadığından zaman zaman hız sınırının kaç olduğunu sezgilerinizle tahmin etmeniz gerekiyor, bu da radarlarıyla konuşlanmış polisler için mükemmel fırsat. Bu tuzağa biz de düştük. Daha önce Fas’ta da başımıza gelen bu uygulamayı çok saçma bulduğumu söylememe gerek yok sanırım. Doğru düzgün tabela koyma sonra da milletten para iste. Neyse ki yine şeytan tüyü taşıyan Jérôme’un sayesinde Fas’ta da olduğu gibi bir şekilde ceza ödemeden yırttık. Polis çevirmelerinden yırtma konusunda şeytan tüyü taşıyan babamın bir dünya konuşarak yıldırma taktiğinin aksine Jérôme’un taktiği de olabildiğince sakin ve soru sormadan durmak, her ne hikmetse ikisi de bu konuda pek başarılı, ben muhatap olsam kesin en yüksek cezayı öder, hatta geceyi de en yakın polis karakolunda geçiririz, üniformalılarla yıldızım barışamadı, sevmiyorum, onlar da beni sevmiyor. Nokta.
Neyse dağlık yola girdikçe coğrafya ile beraber iklim de bitki örtüsü de değişiyor nispeten. Nemli, insanı yapış yapış eden sıcağın yerini, hafif bir esinti ve bol oksijen alıyor. Saat de ilerlediğinden güneş yüksek dağların ardında kalıyor. İlk gece kalacağımız Rafjam’e 1-2 saat kala The Gap Cafe’de durup biraz mola verelim diyoruz. Jérôme daha önce Jamaika’da çalıştığından biliyor bu civarları ve buranın güzel manzarası olduğunu söylüyor. Hoş, bu mavi sıradağlarda istisna güzel manzara değil, güzel olmayan manzara. . Deniz seviyesinden yaklaşık 1300 metrede, beyazlı dekorasyonuyla, gerçekten büyüleyici manzarasıyla hoş bir mekân The Gap.

Kanepe diye tutturmadan biraz önce The Gap'de ahududu ziyafeti 
 O sırada Serena’nın ateşinin ve öksürüğünün arttığını fark edip, Calpol veriyorum. Şu çocuk şuruplarını bu kadar aromalı yapmasalar diyorum içimden, yine bizimki pek memnun, bayılıyor ilaç verilmesine, hayır hasta olmak iyi bir şey, şurup da ödül zannediyor zavallıcık. Jamaika’da genelde ateş durumunda “Fever Grass” (ateş otu) dedikleri bitkinin çayını yaptıklarını biliyorum. Trevor onda kaldığımız gecenin sabahında kahvaltıda kendi bahçesinden topladığı bol şekerli fever grass çayından ikram edip, faydasından bahsetmişti, Serena da bayılarak içmişti. Genelde lemon grass da denilen bu bitkiye Jamaika’da fever grass diyorlar ateşe, üşütmeye, gribe iyi geldiğinden. Sri Lanka’da kaldığımız evin bahçesinde de vardı ve Shanty’nin annesi “ammaamma” (anneanne) bahçeye kendi yaptığı toprak ocakta pişirdiği leziz yemeklerde sıkça kullanıyordu. Burada poşet çay halinde de bulunabildiğinden belki vardır diye soruyorum, yokmuş ama nane çayı buluyoruz bir de meyve suyu sipariş edip, kuşlar için koydukları suluklardan su içmeye gelen “hummingbird”leri seyre dalıyoruz.


Dikkatli bakın su içmeye gelen minik arıkuşlarını göreceksiniz 
Bu kadar hızlı kanat çırpan bu kadar küçük kuşları hayatımda ilk kez görüyordum yakından. Türkçe’de sinek kuşu ya da arıkuşu denen arıyla kuş arası boyuttaki minnacık kuşlar Jamaika’da hayli yaygınmış, sonradan bizim evin civarında da bolca olduklarını fark ettim. (Çok zengin kuş çeşidine sahip Jamaika'nın kuş gözlemcileri için tam bir cennet olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim). Bu arada gözleri iyice kayan Serena “ben yatmak istiyorum” diye tutturmaya başladı, “yatak yok kızım burada, bekle arabada uyursun” desem de “ben gördüm içeride kanepe var yatacağım kanepede” demez mi? Gerçekten de girişte kanepe tarzı bir şey varmış, içeri girer girmez gözüne kestirmiş demek.  Gap Cafe’den hemen önce Blue Mountain Müzik Festivali’nin de gerçekleştiği Holywell Milli Parkı’na burnumuzu sokup burayı gezmeye vaktimiz olmaz hava kararacak diye kapısından geri dönerken kapının önünde müşteri bekleyen ahududu satıcısının ısrarlarına dayanamayıp, bir miktar almıştık. Sanırım hayatında ilk kez ahududu gören Serena Gap Cafe’de resmen koptu ahududulara. Bence insan en çok hastayken dinliyor vücudunun sesini, hiç ses etmedim canı ne isterse yesin, hem tadı ve görünüşü itibariyle pek C vitaminli göründü gözüme taze toplanmış ahududular (yanılmamışım araştırdım C-vitamini deposuymuş). O sırada yağmaya başlayan yağmurdan garson kızın getirdiği şemsiye sayesinde korunarak içeri geçtik, Jérôme’un toparlanmasını beklerken de Serena uzandı kanepesine ben de mekânın dekorasyonunu, duvardaki fotoğrafları incelemeye daldım, bayılıyorum yeni bir yeri, en ufak ayrıntısını incelemeye. Kafeden ayrılırken garson kız beni de götürür müsünüz diyor. Meğer akşam 6’da kapanıyormuş, o kapıyı kilitlerken, kafeye girerken de dışarıda bekleyen bir grup kız daha arabanın arkasına atlıyor. Kendim de zamanında az otostop çekmemiş biri olarak, otostopçu almanın ayrıca hoşuma gittiğini söylememe gerek yok herhalde. Ama Jérôme’ların özellikle olası bir kazada sorumluluk almak istemeyen işyerinin güvenlik kuralları gereği aslında arabaya başka birisini almak yasak. Ama çok fazla toplu taşıma imkânının olmadığı bu bölgede almamak insanları olmaz. Hem Blue Mountain’ın sıkça 4x4 özelliğini kullanmak durumunda kaldığımız engebeli yollarında bizim de işimize geliyor, araba ne kadar ağır olursa araba ve dolayısıyla arkadaki çocuk koltuğunda uyuklayan Serena’nın kafası o kadar az sallanıyor. Pickup’ın arkasındaki kızların neşeli gülüşmeleri eşliğinde Blue Mountain’ın dolambaçlı yollarında yolumuza devam ediyoruz.  Bir barın önüne geldiğimizde cama vuruyorlar, rengârenk boyalı barın orada onları bekleyen bir adam “nereden buldunuz bu maymunları” diye takılıyor bize, kahkahalar arasında vedalaşıyoruz. Adının Bubbles olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bu neşeli bar daha sonraki günlerde uğrak noktalarımızdan biri olacakmış o anda bilmiyorduk. Artık hava iyice karardığında internetten fotoğraflarına bakıp hoşumuza giden Rafjam’in tabelasını görüyoruz, anayoldan ayrılan toprak yol ormanın içinden yavaş yavaş aşağıya doğru gidiyor. Tabelaları takip ede ede pansiyonu buluyoruz. (Ben yolun buraya kadar devam etmesine şaşırıyorum ama aslında alışmam gerekecek çünkü Jamaika’da yollar karınca evi gibi, bir yerlerde muhakkak bir ev var ve ona giden yol da ve sonra o yol başka bir yola bağlanıyor ve hayat sürprizlerle devam ediyor…) Ne kadar şahane bir doğanın içinde olduğumuzu tam olarak sabah uyandığımızda idrak edeceğimiz bu pansiyonda her şey ahşap. Bizi odamıza götüren daha önce telefonda konuştuğumuz Susan’a kızımın ateşinin olduğunu ve yemeği bekleyene kadar fever grass çayı yapmalarının mümkün olup olmadığını soruyorum. 
Fever grass bitkisi
Hemen bahçeden otları toplayıp sıcacık çayı getiriyorlar. Biraz çaydan içen Serena’nın yemeği bekleyecek hali yok, “uyumak istiyorum” diye tutturuyor. Hastayken uykunun yemekten daha iyi geldiğini biliyorum, hatta Sri Lanka’da bebekler hastayken anne sütü (ya da biberon) dışında hiçbir şey vermediklerini hatırlıyorum. Biraz uyusun belki acıkınca yer diyerek odada yanına uzanıp uyutuyorum. Balıkların hazır olduğunu Jérôme haber verince yanımızda getirdiğimiz bebek telsizini şarja takıp yemeğe koşuyoruz. Hem çok açız hem de ilk kez dışarıda acı olmayan bir şey bulmanın mutluluğu ile gey olduğu izlenimini veren son derece sevimli ve kibar aşçının hazırladığı akşam yemeğinden küçük bir tabağa Serena için ayırıp geri kalanı silip süpürüyoruz. Bu arada aşçının cinsel kimliğini özellikle vurgulama gereği gördüm çünkü kimi açılardan oldukça maço bir kültüre sahip Jamaika geyler için pek rahat bir ülke değil. LGBT olmak açıkça yasak olmasa da mesela erkeklerin erkeklerle cinsel ilişkiye girmesi durumunda on yıla kadar hapis cezası söz konusu. En homofobik ülkelerden biri olarak tanımlanan Jamaika’da işlenen cinayetlerin bir kısmı maalesef hiçbir yasal hakka sahip olmayan LGBT bireylere yönelik. Dolayısıyla Jamaika’da açıkça cinsel kimliğini yaşayan geylere rastlamak pek mümkün değil, belki de son derece leziz yemekler pişiren bu aşçı arkadaş da bu yüzden dağın başında, gözlerden hayli uzak bu pansiyonda çalışmayı tercih etmiştir. Hem ertesi gün orada bulduğumuz Fransızca Guide Routard’dan öğrendiğimize göre Belçikalı eşi ile beraber bu pansiyonu açan Susan da oldukça açık görüşlü bir işletme sahibi gibi görünüyor. Yemekten sonra bir daha ölçtüğüm Serena’nın ateşi 38,5’u geçiyor, cevabından korktuğum için ne kendime ne de başkasına en yakın hastane ya da doktoru sormuyorum bile. Yanımda yol boyunca ara ara verdiğim yan etkisi olmayan homeopatik ilaç, Calpol ve Türkiye’den gelirken hem kırılmasın hem de yük etmesin diye plastik bir kaba koyduğum daha önce ateşi olduğunda doktorun Calpol’le dönüşümlü verebileceğimi söylediği adını bile hatırlamadığım pembe ilaç dışında bir şey yok. 4 saatte bir mi yoksa 6 saatte bir mi veriliyordu, en son hangisini kaçta vermiştim yol yorgunluğu ile bunların cevaplarını da bilemeden göz kararı veriyorum bir şeyler. Alnına ıslak bez koymak için ne oyunlar yapıyoruz ama yok bizimki nuh diyor peygamber demiyor asla alnına koydurmuyor ıslak bezi, birkaç dakikalığına kolunun eklem yerine koymaya ikna edebiliyoruz. Tek umudum pek sık hastalanmayan, hastalandığında da genelde kısa sürede toparlayan Serena’nın bağışıklık sisteminin gücüne olan inancım. Bunu da Serena’nın uzun süre anne sütü emmesine bağlıyorum kendimce, şu anneliğin çocuğun her olumlu özelliğinden kendine pay çıkarma illetinin de etkisiyle (Tabi derhal kurtulmakta fayda olan bu illette madalyonun öteki yüzü ise her olumsuz özellikten suçluluk duyabilme potansiyeli). Neyse bir şekilde sabahı ediyoruz ve neredeyse 12 saate yakın derin bir uykunun sonunda Serena ateşi düşmüş bir halde hayli keyifli uyanıyor, güneşli bir sabaha günaydın diyoruz yanımızda akan derenin sesi eşliğinde… Bense nelere şükredeceğimi bilemez bir halde kafamda olduklarının farkında bile olmadığım kötü senaryoları silmeye çalışıyorum derhal…

24 Mart 2014 Pazartesi

Kara kaşlı küçük prensin ardından…Bir ekmek niye kanar?... *


Hani bir şey ters gider hayatta, hatta gitti mi bir sürü şey birden ters gider, bir anda tepetaklak olmuş, dibe batmış hissedersin. Battıkça batarsın, ama bilirsin ki an meselesidir düştüğün dipten yeniden ayağa kalkman, en dibe batacaksın ki yerden güç alıp yeniden yükselesin. Bilirim herkesin vardır böylesi dipleri.
Şimdi, bugünlerde yine yaşıyorum o dibi, ben, sen, o, her birimiz, toplum olarak, dünya denen karaya dönmüş mavi renkli gezegenin dört bir yanında… teker teker kendi küçük dar sokaklarımızda ve hep beraber haykırarak geniş sokaklarda… Üç ağaç, beş ağaç, bir can, bir can daha, iki can etmiyor milyonların yüreği oluyor, iki can yetmiyor, Ethem ölüyor, Mehmet ölüyor, Abdullah Cömert oluyor… yakartop oynardık kalan canlarımızla çıkan arkadaşları geri alırdık oyuna, Abdocan da elinde kalan tek bir canıyla arkadaşlarını geri almaya çalışıyor,  Medeni oluyor, koca bir ülke ediyor, Ali İsmail korkmuyor, daha kaç can gerekiyor, Ahmet ölüyor, dünya oluyor, dünya ölüyor, tamam diyorsun artık yeter, onlarcanın gözü çıkıyor, dibi gördük, gelmiyor o en dip, kasetler, ayakkabı kutuları çıkıyor, ses kayıtları, lanet olası daha ne kadar batabilir ki insanlık, vicdanın kilosu olur mu? Oluyor topluyorsun çıkarıyorsun ede ede 16 Kilo ediyor,  yürekler tek bir ismi haykırıyor, Berkin Elvan gidiyor…  “On dört yaşı diken ile kaplanıyor”… şarkılardan nefret ediyorsun… Ya Basta! Diye haykırmıştı Zapatistalar, işte öyle haykırıyorsun, Artık yeter! Ama gelmiyor, bir türlü görünmüyor dip, hani o basıp da yukarı çıkacağın o kahrolası en dip gelmiyor, Berkin ekmek almaya gidiyor, geri gelmiyor… 2,5 yaşındaki kızına sarılmak sımsıkı sarılmak istiyorsun… sarılamıyorsun, sarılsan suçlu hissediyorsun,  çocuklarına artık sarılamayacak anaların gözlerinden utanıyorsun,  lokmalar diziliyor boğazına, ekmek görmek istemiyorsun, ekmek olmak istiyorsun, evet sadece bir somun ekmek olmak istiyorsun, Berkin’in koşup getiremediği ekmek olmak istiyorsun, biliyorsun bundan böyle hiçbir anne çocuğunu içi burkulmadan ekmek almaya gönderemeyecek, ekmeğimizde artık kan sesleri var… bir ana haykırıyor “Dünya cennettir bir parça ekmekle insan doyuyor”… Ama kimilerinin gözü doymuyor… İnsafa gelir sandıkların bir türlü insafa gelmiyor… Hrant’ın ayakkabısının altındaki delikte, Uğur Kaymaz’ın 12 yaşındaki bedenine saplanan o on üç kurşunda çıkmayan vicdan, bir somun ekmeğe çıkacak sanıyorsun, çıkmıyor kahrolası çıkmıyor ortaya, o en dip yine gelmiyor, uyusan uyuyamıyorsun, uyansan uyanamıyorsun… anneliğinden utanıyorsun, ana baba olmak hiç bu kadar ağır gelmiyor, 16 kiloyu hiçbir vicdan tartmıyor… tek istediğin bir dost omza başını dayamak bu saatten sonra… Berkin’i milyonlar geri getirmek isterken başka bir can daha gidiyor… Burakcan oluyor…  kurban gidiyor kirli oyunlara, oyunlarına… yakartop böyle oynanmaz ki, canla can alınmaz ki? Yakartoptan, oyunlardan nefret ediyorsun… Oysa sen biliyorsun… anaların gözlerinden babaların sözlerinden biliyorsun… yavrunun gözlerine bakamıyorsun… belki sokaklarda bir slogan daha fazla söyleseydim, bir tweet daha atsaydım, ne bileyim bir yazı daha yazsaydım, bir şarkı söyleseydim, belki önleyebilir miydim tüm bunları … gerçekler açığa çıksın diye bir video daha paylaşıyorsun… olmuyor, en dip bir türlü görünmüyor, bilgisayar başında oturup kilometrelerce uzaktaki ülkenden beyaz atlarına binip giden küçük prenslerden haber almaya çalışmaktan gözlerin acıyor, sinirden, öfkeden, ağlamaktan için kuruyor… kızının sarı saçlarında, ela gözlerinde, beyaz teninde, devlet dersinde öldürülen Ceylan’ın siyah koca gözlerini, Berkin’ın kara kaşlarını görüyorsun… devletten de derslerden de nefret ediyorsun, bir tek çocukları seviyorsun, bir de çocuklar ölürken susmayanları, o çocukları seven diğer yürekleri seviyorsun… kelimelerden, ağıtlardan da nefret diyorsun ama olmuyor, yazmasan çatlayacak gibi oluyorsun… deliriyorsun…
******
Yıllar önce, Berkin’in doğduğu sene deprem bölgesinde hayatı normale döndürmek amacıyla bir vakfın çalışmalarına katılırken “travma sonrası stres bozukluğu” eğitimleri almıştık. En önemli aşamalarından biri anlatmak, anlattırmaktı. On dört yıl sonra durup dururken değil, teker teker çocuklar bilerek isteyerek öldürülürken bu eğitimi hatırladım yeniden. Sözün bittiği yer olduğunu bile bile sohbetlerde, internette her yerde bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, kimi zaman bak bu rezillikleri de bilinirse belki insafa gelir birileri diye ama artık Berkin’in cenazesinden sonra yaşananlar da gösterdi ki vicdan, onur ve insaf gibi değerler kimilerinin gönül evine hiç uğramamış. Bir eylemde yazmışlar “269 gün toprak almaya utandı siz utanmadınız diye”… Koca bir kabusta gibiyiz, bağırırsın bağırırsın kimse duymaz ya sesini ve bir süre sonra sen bile duyamaz hale gelirsin kendi sesini… Biz çocuklarımıza içinde şiddet sahnesi olmayan bir çizgi film bulacağız diye kılı kırk yaraduralım,  yolda yürürken, bir ağaca sarılırken, cenaze dönüşü, parkta otururken böcek ilaçları gibi üstümüze sıkılan gazlar, plastik mermiler, kafamıza yediğimiz gaz kapsülleri, coplar ve onca ölüm yetmezmiş gibi en çok da sesimizi duyuramadığımız bu kabustan dolayı travma yaşıyoruz… İktidar ve para hırsıyla gözü dönmüş bir avuç zalim yüzünden evet koca bir toplum travma yaşıyoruz… dayanamıyoruz söylemeliyiz, söylemezsek öfkeden ikiye yarılacağız… kendimden biliyorum…

11 Mart 2014 Günü
Berkin’in ölüme son direndiği gece, onun yaşadıklarından habersiz korkunç bir baş ağrısıyla uyuyamamıştım nedensiz. Ertesi sabah birkaç hafta önce Seafort adındaki eski bir Alman kasabasında kilisenin hasat şenliği sırasında tanıştığım Father (Peder)Jim Türk olduğumu öğrenince Negril’de yaşayan bir Türk tanıdığını söylemişti. Biraz internet araştırması sonucu dört yıldır Jamaika’da yaşayan Emrah’ı bulup, daveti üzerine 11 Mart günü çalıştığı otelde gerçekleştirilen Kültür Günü’ne gittim Serena’yla. Yüz yüze ilk kez karşılaşmamızın merhaba, nasılsınız’lardan sonraki belki üçüncü cümlesi “Çocuk öldü” oldu. Sabah toparlanıp bir saat uzaktaki Negril’e gitme telaşı içinde internete bakamamıştım. Kalakaldım. Evet, belliydi, 16 kiloya düşmüştü, ama Berkin direngendi, 268 kere bunu görmüştük. “Uğursuz adam aradı ondan gitti çocuk” derken Emrah, ben iki gün önce sahilde Jamaikalıların ve turistlerin meraklı bakışları altında elimde bir taş parçası, kumlara #DirenBerkin, #UyanBerkin yazışımı hatırlıyordum… sonra dalgalarla yazının silinişini … “Suya yazdım adını affet beni çocuk, dalgalar adını alıp götürmese, 270. günü görürdün belki” diyorum içimden. Kendime kızıyorum. Jamaika’da iki Türkiyeli, aklımızın yarısını zor tutuyoruz. Otel sahibinin kurduğu vakfın çocuklara kütüphane oluşturmak için düzenlediği şenlikte biz yasımızı tutuyoruz. Saatler geçiyor, Negril’deki çeşitli okullardan gelen Berkin yaşında çocuklar aylardır hazırlandıkları şarkıları söylüyorlar, oyunları sergiliyorlar, alkışlıyoruz, biz orada 2 Türkiyeli Berkin’in direnişini alkışlıyoruz… saatler geçiyor, sohbet derinleşiyor, Serena ilk kez gördüğü Emrah abisinin omuzlarında oyunlar oynuyor, biz iki “zıt” siyasi geçmişimizle aynı çocuğun yasını tutuyoruz… Bağış yapıp, kütüphanenin duvarını oluşturacak iki tuğlaya Berkin’in adını yazıyoruz, rastgele iki tuğlaya… sonradan fark ediyorum aradaki tuğlaya başka birisi “One Love” yazmış… Sonra bir ara “Din işte böyle kitleleri uyuşturuyor” diyor Emrah, aylardır yıllardır Türkçe konuşmaya hasret anlatıyor, ben o gün bir insanla tanışıyorum, ben o gün hayatımda ilk kez eski bir ülkücüyle sohbet ediyorum, elinde telefon Türkiye’den haberleri aktarıyor, bir ara Milli Eğitim Bakanı istifa etmiş diye haber veriyor, çölde bir parça su bulmuş gibi sevinecek oluyoruz, dedim ya toplumca travma yaşıyoruz, Berkin ölüyor, biz istifaya seviniyoruz, ha zaten o da serapmış, ona da eyvallah diyoruz… Boy boy kara kara çocuklar “One Love”ı söylüyor, sanki Berkin “Çocuklar öldürülmesin ekmek de alabilsinler” diye bağıra bağıra onlara eşlik ediyor… o andan sonra dünyanın bütün çocukları Berkin’in haşarı gözleriyle bakıyor, onun çocuk sesinde şarkılar söylüyor, ben artık gözyaşlarımı tutamıyorum, kızım görmesin diye sırtı bana dönük şekilde kucağıma oturtup ritme kendimi kaptırıyorum …

One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
Hear the children crying  (Çocukların ağladığını duy)
Hear the children crying (Çocukların ağladığını duy)
Let them all pass all their dirty remarks (Bırak onların tüm kirli düşünceleri geçsin gitsin)
There is one question I`d really love to ask (Gerçekten sormak istediğim bir soru var )
Is there a place for the hopeless sinner?
Who has hurt all mankind just to save his own?
Sadece kendini kurtarmak için tüm insan ırkını inciten /Umutsuz bir günahkar için bir yer var mı?)
Believe me (inan bana)
One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
As it was in the beginning (Başlangıçta olduğu gibi)
So shall it be in the end (sonunda da öyle olsun)….
One more thing
Bir şey daha
Let`s get together to fight this Holy Armageddon (Şu Kutsal Armagedon ile savaşmak için bir araya gelelim)
So when the Man comes there will be no, no doom (Öyleyse insan yola geldiğinde, acı akıbet olmayacak )
I`m pleading to mankind (İnsan ırkına yalvarıyorum)



Gözüm Berkin'in adının yazdığımız tuğlalarda, Bob Marley’nin sözleri okul korosundaki Jamaikalı çocukların detone, ürkek seslerinde o gün olduğu kadar anlamlı bir daha hiç olmayacak.  Onu biliyorum. Oysa şarkılar, şiirler tüm anlamlarını Berkin’in bedeniyle beraber kaybetmediler mi? Niye dinliyorum, niye hâlâ buradayım? Hayat devam ediyor… Neden sonra sahneye oralı kırık bir genç çıkıyor, çocuklardan daha da detone hiç duymadığım bir şarkıyı söylüyor, zaten kafam yerinde değil, hiçbir şeye tam konsantre olamazken sözcükler kulağımda çınlamaya başlıyor…

All my friends which passed away /Meet me at the river some day/To all my fallen friends 
(Göçüp giden tüm arkadaşlarım/Bir gün nehirde buluşalım/ Düşen tüm arkadaşlara )
Life goes on/ on and on/Till we meet again 
(Hayat devam ediyor/ durmadan devam ediyor/Yeniden buluşana kadar)
My friend died which he never deserved at all (Arkadaşım öldü/hiç hak etmeden öldü) …



Jamaika’da düğünler gibi cenazelerde de şarkı söyleyip dans ediyorlar, dersin ki bugün orada kendi usullerinde Berkin’e cenaze töreni yapıyorlar. Oysa hiçbirinin haberi yok, biz orada sadece iki Türkiyeli yasımızla baş başa, şaşkın, kırgın, öfkeliyiz…
Kapanış konuşması için Father Jim elinizi göğsünüze koyun ve iyi bir dilekte bulunun diyor, içimden Berkin diyorum, bir de değişsin artık bu oyunun kuralı, yakar top böyle oynanmaz ki diyorum, hıçkırıklarımı tutamıyorum,  bir bakıyorum karşımda tanımadığım bir turist kadının gözleri doluyor…
Ben o gün denizin içine batan kızıl güneşle son kez Berkin’in adını kumlara yazıp ölümsüzlüğe uğurluyorum kara kaşlı küçük prensi… 

*Daha önce dost site uzuncorap.com'da yayınlandı.
 (http://uzuncorap.com/2014/03/18/ekmegimde-kan-sesleri%E2%80%A6-kara-kasli-kucuk-prensin-ardindan%E2%80%A6/)