Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah
Cömert, Ethem Sarısülük Ali İsmail Korkmaz Berkin
Elvan, Medeni Yıldırım, Burak
Can Karamanoğlu, Mehmet İstif, Elif Çermik vd. anısına…
Etkinlik videosu için:
Mayıs Jamaika’da çocuk ayı kabul edildiğinden Serena’nın
okulundan isteyen velileri çocuklarla bir etkinlik yapmaya davet eden bir
mektup göndermişlerdi geçenlerde. Çocuklar bahçede toplaştı mı ilk aklıma gelen
oyun kutu kutu pense oluyor, hem oynaması kolay, hem eğlenceli, hem de
tehlikeli olmayan bir oyun. Ayrıca çocukların birbirlerinin isimlerini
öğrenmeleri için de iyi bir vesile. Sonra da yağ satarım bal satarımı düşündüm.
Daha önceki denemelerimde 2-3 yaş grubu için ilk seferde anlaması biraz güç bir
oyun ama yine de bir iki sefer oynadıktan sonra anlarlar elbet dedim. Hoş belki
değişik bir şeyler bulurum, ben de bilmediğim bir oyun öğrenirim umuduyla
internette araştırmama, Özge ve Gökçe’nin de fikirlerini almama rağmen daha
enteresan bir şey çıkmadı. Serena’nın öğretmeni Miss Sandra ise Serena’nın dans
etmeyi sevmesinden yola çıkarak onlara dans öğretme teklifinde bulundu.
Gerçekten de çocukların dayanamadıkları iki şey müzik ve dans… İlk aklıma gelen
zeybek oynatmak oldu, her ne kadar şehr-i İstanbul tarafından asimile olmuş
olsam da öz itibariyle safkan bir Ege’liyim, iyi kötü bilirim zeybeği. Ayrıca
Serena’nın baba tarafından Egeli kuzeni Çınar’ın daha yürümeye ilk başladığı
günlerden beri mükemmel bir edayla zeybek oynayışı (öyle yavaş kol bacak hareketleriyle pek işi
olmaması itibariyle Çınar’a daha çok horon tadında eşlik eden) Serena’nın da
çok hoşuna gider. Yanıma Harmandalı ile beraber Serena gibi daha hareketli ritim
ve dansları sevebilecek çocuklar için de Kazım’ın “Ella Ella”sını mı yoksa “Fadime”’sini
mi götürsem diye düşündüğüm bir anda, etkinlik tarihinin Gezi’nin yıldönümüne
denk geleceğini fark ettim. Evet, 30 Mayıs günü Jamaika’da, dünyanın dört bir
yanından gelme bir avuç 2-3 yaş arası çocuğa ağaçları kesip parkları yok
etmenin kötü bir şey olduğunu, ama birlik olunursa bunları koruyabileceğimizi
konu eden bir masal anlatacaktım… Bu aynı zamanda benim küçük Gezi Direnişi anmam
olacaktı.
“Bir varmış bir
yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde çok ama çok uzaklarda Türkiye
adında bir ülke varmış. Serena Maya’nın doğduğu bu ülkede çok eski bir de park
varmış. Çeşit çeşit ağaçların ve çiçeklerin olduğu bu parkın adı Gezi
Parkı’ymış. Çok fazla ağacın ve parkın olmadığı bu ülkede insanlar Gezi Parkı’nı
çok severlermiş, çünkü havaların çok sıcak olduğu günlerde ağaçların gölgesinde
bir banka oturup arkadaşlarıyla sohbet etmek hoşlarına gidermiş. Çocuklar da
Gezi Parkı’nı çok severlermiş çünkü arabalardan korkmalarına gerek kalmadan bir
uçtan diğer uca rahat rahat koşturabilir, salıncaklarda sallanır, parktaki
kedileri ve kuşları besler, köpeklerle oynarlarmış... Ama aynı ülkede
çocukları, hayvanları ve ağaçları hiç mi hiç umursamayan kötü kalpli bir kral
varmış. Piyyat adındaki bu kralın parayı ağaçlardan, çocuklardan ve
hayvanlardan daha çok seven kötü adamları da varmış. Bir gün kralın adamları ağaçları
kesip kocaman bir inşaat yapmak için buldozerlerle parka gelmişler… Ağaçlar
ağlamaya başlamış…” diye yazmaya başladığım masalı gece Serena yattıktan sonra
Jérôme’la beraber sohbet ede ede devam ettirdik. Daha önce ufak bir çocuk hikâyesi
denemesi dışında oldukça tecrübesiz olduğum bu alanda en çok da kötü adamları
nasıl anlatacağım mevzusunda kastım. Ne gereksiz yere çocukları korkutan canavar
ne de çoğu kere haksızlık ettiğimiz kurt simgesini kullanmak istiyordum. Peki ya ölüm, savaş, yenilgi, zafer gibi
sözcükleri kullanmadan nasıl anlatılırdı olanlar? Fenerbahçeli taraftarların
Berkin için söyledikleri şarkıda olduğu gibi hep zafere inanır mı çocuklar?*
Kalabalık bir grup halinde uzun süre bir anlatıyı
dinleyebilmek için fazla küçük olduklarından olabildiğince onları da dahil eden,
karşılıklı diyaloga da yer veren bir tarz bulmaya çalıştım masalı anlatırken.
Ve masal şöyle devam etti:
“Ağaçların ağlamasını duyup ağaçların kesildiğini gören bir
çocuk diğerine fısıldadı “ağaçları kesiyorlar”, sonra sırayla bütün çocuklar
kulaktan kulağa fısıldadılar: AĞAÇLARI KESİYORLAR… Onları duyan köpekler de çok
üzüldü çünkü köpekler de parkta arkadaşlarıyla oynamayı seviyordu, onlar da hav
hav diye havlayarak diğer arkadaşlarına haber verdiler, (bu sırada çocuklar
köpek olup havladılar). Ve parkı seven kediler de miyav miyav diyerek
arkadaşlarına haber verdiler. (bu sefer
bütün çocuklar miyavladı). Ağaçların kesildiğini gören kuşlar da çok üzüldüler
çünkü o ağaçlarda yuva yapıyorlardı onlar da kanat çırpıp diğer kuşlara haber
verdiler (çocuklar şimdi de kuş olup cik cik diye öterek kanatlarını
çırptılar). Parkta bir de kelebekler yaşıyordu onlar da çiçekleri ve bu parkı
çok seviyorlardı onlar da pır pır kanatlarını çırparak diğer kelebeklere haber
verdiler (çocuklar kelebek olup elleriyle kanat çırptılar). Ve kelebeklerin
arkadaşı arılar vardı, çiçeklerden beslenip bal yapan, çiçeklerin kesilmesini
istemeyen arılar da bızzzz diye uçup arı arkadaşlarını yardıma çağırdılar
(çocuklar parmaklarıyla bızzzz diyerek arı oldular).
Bütün hayvanlar ve çocuklar parkta toplandığı sırada bir
anda yağmur başladı, pıt pıt diye damlalar çoğaldı çoğaldı sağanak oldu. Sonra
bir anda güneş açtı, gökkuşağı çıktı. Yağmur ve güneş sayesinde ağaçlar o kadar
çok büyüdü, çocuklar o kadar çok çoğaldı ki kötü kral ve kötü adamları parka
giremedi. Ve bir daha asla ağaçları kesemediler çünkü artık çocukların,
köpeklerin, kedilerin, kuşların, kelebeklerin ve arıların onları koruduğunu
anlamışlardı…”
Masalın sonunda yanımda getirdiğim yaprakları çocukların
ellerine çok etkili olmayan bir selobantla yapıştırınca ağaç oldular. Evde
önceden farklı renklerde Ali İsmail, Ethem, Ahmet, Abdocan, Mehmet, Berkin, Medeni,
Hasan Ferit’in isimlerini yazdığım kağıtları da çocukların üstüne bantlayınca bu
ağaçların birer ismi oldu. Miss Sandra’nın o anda gelişen önerisi ile teker
teker ağaçlarının isimlerini söylettik çocuklara, o minicik ağızların dilleri
döndüğünce Berkin, Abdocan, Ethem… deyişleri öyle bir içimi titretti ki bir
yerlerden izlediklerini teker teker bu gökkuşağı rengi veletleri öptüklerini
hayal ettim.
En sonunda Gezi’nin çocuklarının isimlerini taşıyan bizim
ağaç-çocuklarla el ele tutuşup kutu kutu pense oynadık. Dikkatlerinin artık
dağılmaya başladığını fark ettiğimden yağ satarım bal satarımdan vazgeçip
doğrudan dans etmeye başlayacaktık ama Jamaika’nın bol sağanaklı ve şimşekli
yaz mevsimine girdiğimizden önceki gün çakan şimşekler nedeniyle okulun
elektrik tesisatı tarumar olmuş, müzikleri çalacak priz bulamadık. Zeybek ve
horonu bir başka güne havale edip evde hazırladığım pancar, taze soğan, havuç,
patates ve peynirli keki yemeğe geçtik. Bir önceki denememde Serena’nın pembe
kek diye diye severek mideye indirdiği Özge’den tarif desteği aldığım bu keki
maalesef birçoğu yemedi. Zavallıcıklar pancarları kırmızı kırmızı görünce ne
tür şekerler hayal ettilerse, sanırım bu tuzlu kek onların şekere alışmış ağız
tatlarına pek hitap etmedi. En çok da annesinin sıkı kararlılığı sayesinde
ağzına henüz ne şeker, ne et ne de inek sütü değmiş Saffran kızımızı düşünerek
yapmıştım ama o bile pek itibar etmedi benim sebzeli keke.
Her neyse kek bahane, yumurcaklarla gezi anması şahane. Sonuçta
dikkatleri her an dağılmaya hazır, yandaki 3 yaş grubunun da katılmasıyla
sayıları on beşi bulan yumurcakla hayatımda ilk kez (hem de İngilizce) böylesi
bir deneyim yaşadım. Annesini okulda görmenin şaşkınlığı ve heyecanı içindeki
Serena’nın “I’m the mother” diyerek benim dibimden, tepemden, sırtımdan
ayrılmaması ile ara ara elimin ayağıma dolandığı bu masal etkinliği hayli
zorlayıcı ama bir o kadar da keyifli geçti. Her bir çocuğun kişisel
özelliklerini iyi bilen Miss Sandra’nın da gezinin spontanlığını aratmayan katkıları
ile daha da renklendi masal. Masalı çok beğenip büyük sınıfların mezuniyeti
için oyun haline getirmeyi teklif eden Miss Sandra ertesi gün çocuklara yine
aynı masalı anlatmış. Artık tanıdık bir masal olduğundan minikler daha aktif
katılmışlar, okula birkaç hafta önce başlayan Luca bile fısıldama oyununa
heyecanla katılmış, çıkışta da annesine ağaç oldum ben diye rapor etmiş. Dün de
okul çıkışı masalı konuşurken Serena’nın “It’s my Gezi park, it’s my Turkey”
ısrarı üzerine az kalsın Luca’yla ikisi “No, my Turkey, it’s my Turkey” diye
kavgaya tutuşacaklardı. Genelde okuldaki etkinliklere katılmayıp gözlemlemeyi
tercih eden utangaç Saffran ise “Gezi Parkı diye bir park var orada ağaçları
kesiyor canavarlar ama bütün hayvanlar birleşip ağaçları kurtarıyorlar, ben de
kelebek oldum ağaçları kurtardım” diye anlatıp durmuş eve gidince [canavar
sözcüğünü hiç kullanmamama rağmen nasıl da yorumlamış kendince].
Belki doğanın bu kadar cömert davrandığı, yeşile doymuş bu
adada kesilen 3-5 ağaç göze batmaz şimdilik ama ülkenin en önemli gelir kaynağı
turizm yatırımı adına artan devasa otel ve lüks site inşaat sektörünün
yükselişte olduğu düşünülürse dünyanın geri kalanı gibi burada da Gezinin çıkış
saikleri güncel. Biliyoruz yaptığımız hiçbir şey yitip giden canları, Gezi’nin
büyümeyecek çocuklarını geri getirmeyecek ama belki de miniklerimize Gezi’nin
çevreci, ortaklaşmacı, yaratıcı, dayanışmacı ve saygı-nezaket yüklü değerlerini
hissettirerek, bulunduğumuz her yerde Gezi ruhunu yaşayarak, yaşatarak alt
edeceğiz “ağaçları kesen bu korkunç canavarları”…
Çünkü biliyoruz ki “Her yer Taksim ve bu daha başlangıç…”
*“Hep
hep birlikte yürüyelim, zafere inanır çocuklar
Çok çok sevdik anlıyor musun, ölümsüz
Berkin Elvan”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder