9 Nisan 2015 Perşembe

Her Sınıfa Bir Çanak

Geçenlerde chikungunyanın nükseden uzun vadeli etkileriyle başetme sürecinde deneyimlediğim masaj-yoga-ses terapisi hakkında yazmıştım. (Yazı burada) HTHayat sitesindeki yazıya gelen yorumlardan birinde oğlunun sınıf öğretmeninin derse baslarken çocukları susturmak için bu çanakları kullandığını yazmış bir okur. Öğretmen çocukları susturmak için bas bas bağırıp masaya vurmuyormuş, çanaktan gelen hafif sesi duyan çocuklar dikkat kesiliyorlarmış. Bu fikir o kadar hoşuma gitti ki hayal kurdum. Okullarda çocuklar harbe giden askerler gibi marşlarla, antlarla değil de içlerindeki suküneti bulmalarını sağlayacak bu tür yöntemlerle güne başlasalar: birkaç dakika çanağın huzur dolu sesi, meditasyon ve yoga. Kimbilir ne kadar sağlıklı bireyler yetişir. Artık eğitim alanında da dışsal korku ya da onay alma beklentisi ile değil çocuğun kendi kendine değer vermesine dayalı pozitif disipline dayalı yaklaşımlar gündemde. Yani, bir şeyi başardığında "seninle gurur duyuyorum" demek yerine "kendinle gurur duydun mu?" demek gibi kendi kendine değer vermenin, kendini sevebilmenin, gerektiğinde kendi kendini sakinleştirebilmenin araçlarını sağlamak gerekiyor belki de. Fransa'daki anaokuluna başladığı hafta bizim kız, gözlerini kapatıp derin bir nefes alarak ellerini yukardan aşağı doğru usulca indiriyor ve "tahtanın üstünde çorap ören örümcek" şarkısını söylemeye başlıyordu. Bu yöntemi çeşitli "kriz" anlarında "hadi gel örümceği söyleyelim" deyip uygulamaya başladım, faydasını görüyorum.
Hele de bizimki gibi çoğu zaman başkaları için yaşanan bir toplumda bırak gerçekleştirmeyi, isteklerini ifade edince bile suçluluk duyan, kendi iç sesini duyamamaktan muzdarip bir nesil olarak merkezine uzak olmanın bedellerini ağır ödüyoruz. Korteks "gelişmediğinden" ve toplumsal cenderenin çoraklaştırıcı etkilerine daha az maruz kalmalarından sebep zaten sürekli anda yaşar çocuklar. Mesele cebren ve hile ile benliklerinin bütün kalelerini zaptetmeye çalışmaktan özgürleştirmekte onları da kendimizi de.
Hem çocuklar hem de kendimiz için iç sesimizi duyabileceğimiz sukünet dilekleriyle, Fransa'dan OM...

P.S. Bir başka okur da İstanbul'da bu ses terapisini uygulayan bir yer olup olmadığını sormuş. Hariom Yoga'dan Bora Ercan'a sorunca  "amacı dışsal olan ses yardımıyla içsel sesi keşfetmek olan Nada Yoga" diye bir yoga ekolünün varlığını öğrenmiş oldum. Hariom'un sitesinde Nada Yoga hakkında bilgi veren güzel de bir yazı mevcut.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Jamaika’daki İztuzu’nun Don Kişotları




İlk kez İztuzu’na çocuk yaşta gittiğimde, daha önce görmediğim genişlikteki kumsal, geceleri gelip yavrulayan kaplumbağaları koruma çabası, bir de sivrisineklerin bitmek bilmez saldırıları kazınmıştı zihnime.  Yumurtalara zarar vermemek için kumsala güneş şemsiyesi bile koyulmadığını, hava karardıktan sonra da plaja girilmediğini hatırlıyorum. Çevreci hareketlerin pek de yaygınlaşmadığı 80’li yıllarda bu tarz bir duyarlılık öyle bir kazınmış ki zihnime, yıllarca nerede bir deniz kaplumbağası görsem korumaya kalktım desem komik olacak ama yok değil böyle enteresan anılarım. Bundan 6 yıl kadar önce Muğla Ekincik’te bir deniz kaplumbağasının denizin içinde belirivermesiyle, kocaman kocaman adamlar düşüvermişlerdi hayvancağızın peşine. Annemin arkadaşları ile kızlarından oluşan östrojen oranı yüksek ekibimizden özellikle en gençler olarak ben ve Başak’ın can havliyle atılmasıyla kaplumbağayı o meraklı erkek güruhundan korumayı misyon edinivermiştik kendimize. Kaptan Cousteau bozması adamlar ve onlara alkış tutan eşlerinin imalı bakışları karşısında yoktan bir dernek uydurup, “Ekincik Carettaları Koruma Derneği” olarak kaplumbağadan uzaklaşmaları gerektiği yönünde ültimaton çakıyorduk deniz kaplumbağası görmemiş yurdum insanlarına. 

Bir yandan İztuzu plajının özel bir şirkete ihale edilmesine tepkiler sürerken, uzaklardaki Karayip adası Jamaika’nın Ocho Rios bölgesinde, kendini deniz kaplumbağalarına adamış Mel’i görünce tekrar hatırladım bu absürt sahneyi. İnsanların deniz kaplumbağalarını çorbasını yapıp yemek ve sırtından çeşitli süs eşyaları yapmak için avlamakla kalmayıp, yumurtalarını çalıp yediklerini de öğrenince (Kimi Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi afrodizyak özellikleri ve ömrü uzattığı gerekçesiyle Sri Lanka’da da bunun yaygın olduğunu duymuştum) bizim memleketin meraklı Cousteau’cukları pek masum göründü gözüme ne yalan söyleyeyim. Oysa deniz kaplumbağalarının yediği deniz süngerleri gibi toksik maddeler pişirilse bile yok olmadığından, deniz kaplumbağası eti ölümcül zehirlenmelere yol açabiliyormuş (özellikle çocuklarda). 

Emekli olduktan sonra Jamaika’ya yerleştiğinde deniz kaplumbağaları hakkında hiçbir şey bilmeyen İngiliz Mel (Melvyn Tennant)*, ilk kez evinin yakınına yumurta bırakmaya gelen deniz kaplumbağalarını gördüğünden beri kendini nesli tükenmek üzere olan bu canlıları korumaya adamış kendini. Oracabesa’da yumurtadan yeni çıkan deniz kaplumbağalarının denize ulaşmalarını izlemek üzere toplaşmış kaplumbağa meraklılarına yıllardır yaptığı çalışmayı, bireysel bu girişiminin şimdi nasıl daha örgütlü ve etkin bir hale geldiğini anlatıyor doğa bilimci titizliği ve hassasiyetiyle. On yıl önce yüzde sıfıra yakın olan başarılı üreme oranı bugünlerde yüzde 90-95’e ulaşmış.
Dört ay boyunca her gece ellerinde fenerler, kuluçkaya yatmak için sahile çıkan deniz kaplumbağalarını öldürmeye çalışan halkı kovalamakla başlamışlar işe. Sonra sabahları da nöbet tutmak gerektiğini çünkü insan denen mahlûkatın gündüzleri de yumurtaları çalmak için geldiğini fark etmişler. O yıl gelen 49 deniz kaplumbağasının yaptığı 3 yuvadan 350 tane yavru kaplumbağa denize ulaşırken, bu sene 21 bine yaklaşmış durumda toplamda denize ulaşan yavru sayısı. Anne kaplumbağanın yumurtaları bıraktığı yeri tespit edip, yuvanın üstüne sineklik koyup kumla kaplıyorlar, on dokuzuncu yüzyılda şeker kamışı plantasyonlarındaki farelerle mücadele etmek için Jamaika’ya getirilen firavun fareleri (mongoose) yumurtaları yemesin diye.  Gece dişi kaplumbağa yumurta bırakırken trans durumundayken ölçüp fotoğrafını çekip isim veriyorlar ve bir etiket takıyorlar. Böylece nereye giderse o kaplumbağayı takip edebilir hale gelmekle kalmıyor, hem de her kaplumbağa için bir envanter ve plajın neresine yumurta bıraktığına dair harita oluşturabiliyorlar. Anne kaplumbağa yumurtaları bırakır bırakmaz insanlar çalmasın diye gece bıraktığı ayak izlerini plajı süpürerek yok ediyorlar.
Dünya’daki sekiz deniz kaplumbağası türünden, Türkiye’ye gelen özellikle Dalyan, İztuzu’nda adını duyduğumuz Caretta carettalar, Karayipler’de görünenler ise şahin gagalı (hawksbill) deniz kaplumbağaları. Deniz kaplumbağaları yuvadan çıkıp denize yürürken adeta doğal bir GPS aracılığıyla koordinatları beyinlerine işleniyor, bu yüzden minik yavruları alıp denize bırakmaya çalışmanın iyilik taşlarıyla cehenneme giden yolu döşemekten ibaret olduğunu hatırlatalım. Yavrular kendileri denize ulaşmalı ki üreme yaşı geldiğinde yumurtalarını bırakabilmek için doğdukları yere geri gelebilsinler. İki yılda bir yumurtlayan bu deniz kaplumbağaları yine doğdukları yere, Jamaika’ya geldiklerinde Mel’in deyimiyle “Jamaikalılaşıp” birçok partnerle cinsel ilişkiye giriyorlar ve spermleri depolayıp 15 günde bir yumurtladıkça yumurtaları bırakmak üzere sahile geri geliyor ve bir seferde yaklaşık yedi yuva yapabiliyorlar. 
Nesli tükenme tehdidi altındaki bu deniz kaplumbağaları doğal haline bırakıldığında yüzde 30’luk bir kayıp yaşanıyor denize ulaşana kadar, bu yüzden denize ulaşma oranını artırmak için yavrular yuvadan insan eli yardımıyla çıkartılıyor. Hazır olup olmadıklarını kontrol ettikten sonra yavrulara saldırabilen büyük balıkların koyda olmadığı saatlerde yani, güneş batmadan bir buçuk saat önce çıkartılıyorlar yuvadan.  (Bunu öğrenene kadarsa Mel’in telefonda bize niye saat dört buçukta yuvadan çıkacaklar gecikmeyin dediğini anlayamamıştık bir türlü.) 


Denize atılan poşeti denizanası sanıp yiyince hastalanan Mama Edda Leatherback’in Reggae Band tarafından kurtarılışını anlatan, Reggaeci Shaggy’nin şarkılarını yaptığı müzikli hikâye kitabı favorilerinin arasında olan bizim evin yavru kaplumbağası Serena ise Mel’in detaylı anlatımını pür dikkat dinleyip 170 adet minik yavrunun denize ulaşma yolculuğunu adeta huşu içinde bir merakla izledi.   
Buradaki lakabıyla “kaplumbağa adam” Mel’in de dediği gibi bütün bu çabaların kalıcı olmasının asıl koşulu yerel halkın, özellikle de geleceği bu canlıların geleceği ile koşut çocukların diğer canlılar ve doğayı gönülden sevip sahiplenerek yetiştirilmesi. Okuyup anlatmak önemli de insan gözleriyle görüp, teni tenine değdi mi daha bir coşku ile bağlanıyor diğer canlara, canlılara. Mesela civar okullardan çocuklar Dalyan’da kaplumbağaların nasıl yuva yaptıklarını ve yavruların denize ulaşma çabalarını görmeleri için İztuzu’na götürülse olmaz mı? Yoksa artık okul gezileri sadece cami ve türbelere mi yapılacak Yeni Türkiye’de? İnsanların yiyip içtikleri, oturup kalkışları, yatak odaları, inançları, inançsızlıkları yerine sürüngeniyle, uçanıyla, yüzeniyle, fotosentez yapanıyla yapmayanıyla, demem o ki evrenin bilip bilebildiğimiz tüm diğer canlılarıyla birlik ve beraberlik içinde yaşamasının koşullarına yorulsa keşke kafalar...

* “Kaplumbağa Adam” Mel, TEDxJamaica konuşmasında sürecin detaylarını kısaca anlatıyor meraklılar için: https://www.youtube.com/watch?v=8kJheiKX7So

2 Şubat 2015 Pazartesi

Yine yeni yeniden hastalık




Başka şeyler yazacakken yine hastalık yazar buldum kendimi. Bu marazi halden sebep çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür diler, derdimin sizleri bedbaht hastalık hikâyelerimle bunaltmak olmadığını baştan belirtirim. Şimdi başlayalım hikâyemize: 

Serena’nın görece hafif atlattığı Chikungunya (Buralarda kendisine kısaca Chick-V de denen bu virüs ile ilgili daha ayrıntılı bir yazı yazmıştım önceden) vakasının ardından üç elemanlı aile kümemizde iki faranjit, bir alt solunum yolları iltihabına bağlı öksürük nedeniyle tam kadro isteksiz bir antibiyotik kürü yaptık. Isının 25 derecenin altına düşmediği bir havada üşütmek de bir beceri tabi ama işte hep o terli terli yenen rüzgârlar, sağdan soldan vuran vantilatörler, biz evde kullanmasak kaç yazar, kimi dükkânlarda marketlerde sanki elektrik bedavaymışcasına açılan klimalar hasta eder ya insanı. Neyse “bağışıklığımız iyi galiba, çabuk ve kolay atlatıyoruz” derken üç gün önce sağ kürek kemiği ve sol bileğimde bir ağrı ile uyandım. Bir önceki gün dalış eğitiminde tüp çıkarsa suyun altında nasıl yeniden takılır çalışması yaparken fazla zorlamışım hamlamış bedenimi diye geçiştirmeye çalışsam da ilerleyen saatlerde artan ağrılar, yükselmeye başlayan ateş ve vücudun değişik yerlerinde beliren kızarıklıklar ile hemen hemen bütün semptomlar yerini bulmuştu. Bu yakınlardaki kliniklerde mesai saatleri dışında sürekli doktor bulmak pek mümkün değil, duruma göre telefonla geliyor doktorlar. Yarım saat bekledikten sonra gelen doktor neyseki geçen sefer gözlerini patlata patlata konuşan doktordan biraz daha mı sempatik ne (zaten yolda Serena o doktorun taklidini yapıp o varsa ben korkarım diyerek baştan resti çekmişti). Kendi karısı da geçenlerde chikungunya olduğundan empati dolu bu doktor, hem de beni beraber muayene etsinler diye Serena’ya da bir stetoskop verince gönlünü kazandı bizimkinin hemen.

Bildik bir takım lafların dışında bu sevimli doktorun da söyleyecekleri kısıtlı, ama dürüst en azından. Bilmiyoruz diyor ben ısrarla sordukça: “şimdi beni sokan bir sinek sizi de sokarsa siz de chikungunya mı oluyorsunuz? Yoksa o sinek yavrulayınca onun yavruları mı taşıyor virüsü?” “Aslında bakarsanız sadece sivrisineklerle bulaştığından bile emin değiliz artık”. Hıh? Birkaç dakika manasız bir sessizlik. Bu sağda solda konuşulan bir şehir efsanesi ama ilk kez “yetkili bir ağızdan”  duymak bir acayip doğrusu. Ne yani hava yoluyla da mı bulaşıyor bu meret? Ateş ve ağrıya karşı Parasetamol, C vitamini ve kaşıntıya yönelik bir ilacın yanı sıra antienflamatuvardan oluşan reçeteyi alıp bir dünya para ödemek üzere eczaneye gidiyoruz zira ilaçlar ateş parası Jamaika’da.
Sanırım bu antienflematuar ilacın da etkisiyle eklem ağrılarım o kadar dayanılmaz değil ve tamamen geçmese de çabuk atlatıyorum bence, etrafımda diğer gördüğüm vakalara göre en azından. Ancak antienflematuar vermek biraz riskli sanırım, çünkü bu tür kimi ilaçlar dang hummasında iç kanama riskini artırabiliyormuş, chick-V ile dang hummasının belirtileri çok benzer olduğundan risk almamak için eklem ağrılarını rahatlatsa da antienflamutuar vermiyor genelde doktorlar. (42 dereceyi bulan ateşi nedeniyle ambulansla hastaneye kaldırılan Kolombiyalı üst kat komşumuzun 9 yaşındaki oğluna ancak kan testi yaparak kesin tanı koyunca verdilerdi antienflamatuvar.)

Cumartesi günü yatakta uzanmış PADI Dalış sertifikası için geriye kalan iki dalışımı, yapmayı düşündüğüm röportajları ve sigarayı bıraktığım üç haftadan beri ritme oturtmaya çalıştığım sabah koşularını bir süreliğine ertelemek zorunda kalacağımı düşünüp, beni bu hale getiren bu hastalıkla sinir harbine girmek üzereydim, bir anda içimden başka bir ses duyduğumda: “virüsle mücadeleyi bırak”. Ben ki üç cümlesinden biri “keşke” ile başlayan, ben ki maziyle didişmekten mazoşistçe bir zevk alan, ben ki kılı kırk yararak yaptığı planları bozulunca sudan çıkmış balığa dönen obsesif kompulsif eğilimler yumağı, bir anda yatakta kendi kendime gülümserken buldum kendimi. “Oh! Ne zamandır izlemek istediğin bir film vardı hadi aç onu izle, hiçbir program yapma, biraz hastasın kabul et, belirsiz bir tarihe kadar hiçbir halt yapamazsın, tadını çıkar işte” . Ağrılarım ben bu virüsle savaştığım için vardı, savaşmayı bırak, “şımarıklığını topla bir rafa kaldır ve hastalığı, virüsü, olumsuzlukları, planlanmayan sonuçları da güzellikler gibi kabul et”.
Louise Hay’in Hastalıkların Zihinsel Sebepleri kitabına göz gezdirmişliğim, ara sıra içsel çalışmalar, yoga ve meditasyonlar yapmışlığım, bu tür konulara merakım vs. olsa da ilk kez bu basit ve yalın gerçek vahiy oluyordu, hem de bu kadar somut, kendiliğinden, hayatın içinden, durup dururken. Sırıtıyordum hin hin bir yandan. “Tamam ulen” dedim içimden “bırakıyorum kendimi, bu hastalığa değil belki ama bu deneyime teslim oluyorum.” Olabildiğince bu virüse böyle yaklaştım bu süreçte ve beşinci gün sabah koşuya olmasa da yürüyüşe bile çıkabildim, kimilerinin haftalarca doğru düzgün yürüyemediğini düşünürsek gayet iyi atlatıyorum bu acayip isimli hastalığı. Evet, dışarıda bir dünya dolusu insan ömür boyu bu tür ağrılarla yaşamaya çalışıyor, bir gün, bir hafta ya da bir ay bunu yaşayacağım. Hem çeşitli hastalıklarla bir ömür yaşayan diğer insanlar gibi benim de bunu yaşamanın bir nedeni olmalı, evet bu bir deneyim ve bir nedeni vardı bu deneyimin. Belki bunu fark etmem içindi. Belki bambaşka bir şey. Belki de sadece bu hastalık sayesinde varlığını hatırladığım çenemde, el ve ayak parmaklarımda ve bilumum ücra köşelerimdeki eklemlerimi fark etmem içindi. O eklemleri de, o eklemleri bir süre kullanılmaz kılan virüsü de sevmem içindi. 
Peki ya uyuza yakalanmış gibi kaşınıp durmaya da mı dayanamazsın?  Kızmayı bırakamaz mısın? Geçmişte olmuş bitmiş bir olaya, hatta yaşamımın bu ana kadar akışının tamamına, uykusundan ağlayarak uyanan kızıma, şunları yazarken bile vücudumun en olmadık yerlerine batan iğne duygusuna, binlerce karınca dolanıyormuş hissine neden olan bu virüse, sisteme, izin versem bu şahane adada geçen günlerini karartacak şu bitmez bilmez inşaat sesine kızıp durmayı bırakıp, sadece bir an dursam ve dursam ve bir daha durup derin bir nefesle bütün kötücül düşüncelerimi, kızgınlıklarımı (hepten çöpe atamasam da en azından) raflara, karanlık dolapların nemli köşelerine falan kaldırsam?
Evet, evet kesinlikle kaldırsam….

8 Aralık 2014 Pazartesi

Ebola korkusundan chikungunya ile teselli bulmak... *



Bir taraftan Yırca’da kesilen 6 bin zeytin ağacı, Validebağ korusunun başına gelenler ve Ermenek’te madenci cinayetlerine üzülürken, öte taraftan da 2 ay aradan sonra Jamaika’ya geri dönüp de sokağımızdaki ağaçların ondan fazlasının kesildiğini gördüm. Evimizin biraz ilerisindeki otel, duvarının dışındaki o güzelim ağaçları manzarayı bozuyor, taksiciler gölgesinde park edip arabalarını temizliyor sonra da etrafı pisletiyorlar, ağaç kökleri duvara zarar veriyor, ağaça tırmanan hırsızlar güvenlik tehdidi oluşturuyor gibi beş para etmez gerekçelerle (Hoş durup duran ağacı kesmenin beş para eden gerekçesi de AVM, Topçu kışlası, termik santral oluyor galiba) kesmişler. “Nedir bu ağaçların insanlardan çektiği!” diye serzenişte bulunan bir yazı yazmaktı asıl niyetim ama geri dönüşümüzün tam 9. günü bizim kızın ateşlenmesi ile bir anda gündemim değişti.  Böyle evdeki hesabın bir türlü çarşıya uymadığı bir şey işte veletli hayat…
...ve kesilen yerlerinden yeniden doğar yaşam
Ne ağaçları katleden zihniyete kızgınlığım ne de kesilip giden ağaçlara üzüntüm geçti ama bu sefer başka bir duygu çöreklendi içime: korku ve endişe.  Doğrusu pek evhamlı bir tip değilim (ya da öyle zannediyorum) ama özellikle Montego Bay Havalimanı’nda bizi de kimi başka ülkelerden gelenler (mesela Çinliler) gibi ayrı bir kuyruğa sokup, kayıt altına aldıktan sonra “önümüzdeki altı hafta içinde ateşiniz çıkarsa muhakkak doktorunuzu bilgilendirin” yazan bir kağıdı elimize tutuşturduklarında, ilk kez haberlerde okuduğumuz uzak ihtimal ebolanın aslında pek de o kadar uzak olamayacağını idrak ediverdim. Üç yaşında, oldukça hareketli Serena’yla 24 saate yakın süren yolculuğun yorgunluğu ve stresi ile artık biran önce eve gidip ayaklarımı uzatma isteği içinde, doğru düzgün açıklama da yapılmadan bir kuyruk daha beklemeye sinir olmuş bir halde kendi kendime söylensem de, sonrasında aslında bunun yine de iyi bir uygulama olduğunu düşünecektim.
Aradan geçen iki ayda kesilen ağaçların dışında Jamaika’da tek yenilik herkesin dilinden düşmeyen chikungunya (Chicken Guinea) muhabbetiydi. Bizden önce Jamaika’ya dönen Jérôme, yanınızda uzun kollular getirmeyi unutmayın diye uyarmıştı ama bunun dışında hayatımda adını dahi duymadığım bu hastalığın daha ne olduğunu anlayana kadar Serena yakalanıverdi bile. Eh, başa gelince daha bir araştırmacı kesiliyor insan, kurcaladım interneti. Hastalar eklem ağrılarından dolayı bükülüp kaldıklarından hastalığa Afrika'da konuşulan Makonde dilinde 'kuruyup bükülmek' anlamına gelen 'Chikungunya' denmiş.  İlk kez 1820’lerde Hindistan’da görülmüş, 1952’de Tanzanya’da ortaya çıktıktan sonra virüsü tespit edilen chikungunya hastalığı geçen Aralık’tan beri 37 ülkede yaklaşık 795,000 kişiyi etkilemiş.  Virüsü taşıyan iki tür sivrisinek var:  Aedes albopictus ve Aedes aegypti. Gün doğumu ve gün batımının yanı sıra gündüzleri de ısırdığı belirtilen bu ikinci cins sivrisinek sarıhumma ve dang hummasının taşıyıcısı ama dang humması sadece insan ve maymunları etkilerken, chikungunya kuşları, büyükbaş hayvanları ve kemirgenleri de enfekte edebiliyor.



Jamaika’da ilk vakanın görüldüğü Temmuz ortasından beri virüsün yayılışı geometrik artışla devam ediyor ve virüsün tepe noktasına henüz ulaşmadığı söyleniyor. Biz de olabildiğince önlem almamıza karşın, bizimki bir şekilde kapmış virüsü. Cuma akşamüstü bir anda ateşi yükselmeye başladı, dizlerim acıyor dedi. Ben o anda bulmacanın parçalarını birleştirip, aslında bir gün önce bahçede arkadaşları oynarken (genelde beraber oynamadığı büyük çocukların varlığına yorduğum) oyuna katılmayışını, sonrasında scootera binerken bacağım yoruldu deyip bırakışını, ertesi gün çorapsız giydiği ayakkabıların vurduğunu zannettiğim ayaklarının acımasını hatırladım. Bu hastalığın ateş, eklem ve kas ağrıları ile mide bulantısı, ishal ve kızarıklıklar gibi belirtileri var. İnternette ebola virüsünün de benzer belirtileri olduğunu görünce çaktırmamaya çalışsam da biraz telaşlanmaya başladım ne yalan söyleyeyim. En çok da Ebola’nın belirtilerinin virüse maruz kaldıktan 8-10 gün arasında, yani tam da bizim yolculuk gününe denk gelmesi beni endişelendiriyor.
O sırada üç havalimanı değiştirdiğimiz yolculuğun her karesi film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlıyor. Genelde takıntılı bir insan olabilecekken, en azından Serena’nın emeklemeye başladığı bol börtü böcekli Sri Lanka günlerinden beri hijyen konusunda saldım gitti. Öyle bir elinde ıslak mendil (kaldı ki çevreye verdiği zarar yüzünden olabildiğince az kullanmaya dikkat ediyorum bu tür şeyleri) her dakika çocuğunun orasını burasını silen bir anne olmadım. Ama eh be Selen ortalıkta Ebola diye bir mahlûkat gezerken en azından uçak yolculuğu için de mi el dezenfektanı sıvılardan atıveremezsin çantaya, kim bilir saatler süren o yolculuk boyunca neleri elledi Serena, kaç kez nerelerde tuvalete götürdüm, yanımızda kim aksırdı, tıksırdı… Bir yandan doktora gitmeye hazırlanırken bir yandan da için için söyleniyorum kendime, anne olmanın “dayanılmaz suçluluk duygusu” içinde…
En yakın kliniğin acilindeki, koca koca açtığı mavi gözleri ve bir kez dahi gülümsemeyen suratı ile bırak Serena’yı bizi bile neredeyse korkutmayı başaran Kanadalı olduğunu düşündüğüm doktor internetten okuduklarımdan daha fazla bilgi vermeyerek içimize bir nebze dahi su serpemedi. Ebola da chikungunya da sonuçta virüsmüşler, ilacı yokmuşmuşlar… bekleyinler, anti-enflamatuar içermeyen parasetamol tarzı şurup, ıslak havlu vs. ile ateşi düşürmeye çalışınlar, bol ve soğuk sıvı içirinler… Kızarıklıklar olursa şu kremi sürünler… Eee ne yani bu çocuk? Yüzde yüz chikungunya diyebilmek için test yapmak lazımmış, testin sonucu 3 haftadan aşağı çıkmazmış, sonucu da kesin olmayabilirmiş, yapıp yapmamak bize kalmışmış. İstersek bize havalimanında verdikleri o numarayı arayabilirmişiz…  İyisi mi doktor amca size iyi nöbetler biz evimize gidelim.
Neyse ki ertesi gün parasetamolun dozunu artırınca ateşi düştü, ama iki gün boyunca hayatında bir buçuk dakikadan fazla yerinde durduğu zor görülmüş bızdık oldu mu size bir pelte, 80’lik nineler gibi dizlerini tutarak yürümeler, yoruldum deyip yerinden kalkmamalar falan… Neyse olan bizim çizgi film diyetine oldu, oysa ne güzel Fransa’da olmayan televizyonun, Türkiye’de de bazen çalıştığını söyleyip, Jamaika’ya dönünce de artık çalışmadığını söyleyerek bir ara bayağı sardırdığı çizgi film olayını minimuma indirmiştik. (O kanepeye uzanmaış, bilgisayarda masha, peppa pig ve trotro seyrededursun, ebola korkusunu, semptomların azalmasıyla zihnimin uzak köşelerine itelemeye başlayan ben de mutfakta on kaplan gücünde hamarat anneye bağlayıp, zencefilli-tarçınlı hayvan şekilli kurabiyeler, poğaça  ve hayatımda ilk kez fırında ekmek yaptım, hem de tam buğday ununa.)
İşin iyi yanı bu virüs insana hayatta sadece bir kez bulaşabiliyormuş. Ama yine de başkalarına bulaşmasın diye günlerdir evde hapis kalan Serena’ya bolca sprey sıkarak okula gönderdim beşinci günün sonunda (elbette doktorun da bilgisi dahilinde). Anlaşılan ya bizimkinin bağışıklığı fena değil, ya da çocuklar daha az etkileniyor, çünkü ölümlere bile sebep olan bu merete yakalanan yetişkinlerin çoğu haftalarca kendine zor geliyor, hatta uzun vadede arterit (eklem iltihabına) yol açabildiği de söyleniyor bu virüsün. Homeopati ve ayurvedanın önleyici ve tedavi edici nitelikte önerileri var, modern tıbbın ise semptomları azaltmak dışında bir çözümü yok henüz. Sivrisineklerin barınıp üremelerini engelleyecek ortamları yaratmamak ve sivrisineklerden kaçınmak dışında yapacak pek bir şey yok. Bu konuda bildik yöntemlere ek olarak mesela saksıların dibinde fazla su bulundurmamak, çöpe metal veya plastik kutu atarken içine su dolmasın diye delik delmek, bir de olabildiğince renkli, parlak kıyafetler giymemek önceden aklıma gelmeyen bu süreçte öğrendiğim makul öneriler arasında.
Bu konuda bir de Jamaika siyasi dedikodusu: muhalefet diğer Karayip ülkelerinde salgın baş gösterdiğinde Jamaika’da gerekli tedbirleri almamakla, ilaç stoğunu hazır etmemekle hükümeti suçlarken, Sağlık Bakanı’nın da chikungunya geçirenlerle empati kurabilmek adına "keşke ben de yakalansan bu virüse" minvalinde bir açıklama yaptığını okuyunca "aratmıyorsunuz memleketi" diye geçirdim içimden.
Bitirmeden Kaan Ertem’in meşhur Erdener Abi’si vari bir de önerim var: Hani şu insanları, ağaçları katledenler, katledilmesine göz yumanlar var ya gün gelip devran dönünce vereceksin ellerine sinek öldürme aletlerini salacaksın Hindistan’a, Afrika’ya, Tropiklere yemeden içmeden bulaşıcı hastalık yayan sivrisinekleri teker teker yakalatacaksın. Asmaktan kesmekten daha faydalı değil mi sizce de? 
Dünyada kişi başına en çok albüm çıkan ülkelerden biri olan Jamaika’da 11 yaşındaki Wayne J’den chikungunya şarkısını da tıklayarak dinleyebilirsiniz.Chikungunya song

*Birkaç hafta önce dost site uzuncorap.com'da çıkan yazım.
 





21 Kasım 2014 Cuma

Pinpon asla sadece pinpon değildir…


Demek yıllar yıllar önceki tutkumu yeniden canlandırmam için ta Jamaika’ya gelmem gerekiyormuş: Masa tenisi, nam-ı diğer pinpon. Bu sabah yan sitede oturan Polonyalı arkadaşla çok uzun zaman sonra yeniden pinpon oynarken çok eskiden tadına baktığım bir yemeği yeniden yemiş, maziden kalma bir koku ile bir anda o ana ışınlanmış gibi yirmi küsur yıl öncesine gitti benliğim…
İstanbul’un bu kadar küresel bir köy haline gelmediği yıllar, öyle AVM’ler fast food zincirleri kuşatmamış daha her bir sokağı… Kentin Anadolu yakasında oturanların en meşhur buluşma yerlerinden biri Moda’daki Bomonti çay bahçesi. Okul kıranlar (He ya okul kırmak diye bir şey vardı o yıllarda acaba hâlâ okul kırabiliyor mu çocuklar?), gizli saklı buluşanlar, gençler yaşlılar, tavşan kanı çaylar, kaşarlı tostlar… ve elbette dondurma…
Ceren, adaşım Selen, Pınar (ve arada bizim çeteye eklenenler çıkanlar) koca bir yazı Bomonti’de geçirmiştik sanırım orta son bitince. O zamanlar iki Bomonti çay bahçesi vardı. Şimdi kalmış bir tane. Moda İskelesine daha yakın olan Bomonti’nin pek şaşalı bir mekana dönüşmesi ve daha uçta olan öteki Bomonti’nin de arkasındaki alana yeni süper lüks dairelerin yapılması ile fark etmiştim sanırım “kentin dönüşümünü”.
O yıllarda eğer bir manzara güzelliği varsa bir Burhaniye Artur’daki disko, bir de Bomonti’ydi benim için. Ağaçların dibinde tahta sandalyelerde oturup henüz yürüyüş alanı falan olmayıp sadece “kayalar”dan ibaret sahilin hemen dibinde kentin en güzel, en engin denizine bakmak… ve saatlerce, yorulmadan, usanmadan, koca bir yaz, neredeyse her gün pinpon oynamak… biraz ara verince soluğu Ali Usta’nın dondurmalarında almak… O zamanlar iki tane Ali Usta vardı, biz köşede daha kalabalık olandan değil de çaprazında Selen eczanesinin yanındakinden yerdik. Bir rivayete göre şimdi meşhur olanın sahibi bizimkinin yanında çırakmış, doğru muydu değil miydi hâlâ bilmiyorum, araştırmak da istemiyorum, kulakları hafif az işiten, çikolatalı sosu bol keseden dağıtan hatta alelacele sosundan yiyip bitirince dondurmamızı yeniden sosa bulayan, keyfi yerindeyse ara sıra bize beleş dondurma dağıtan asıl usta oydu bizim gözümüzde… diğer birçok yer gibi neden sonra o da kapandı, şimdi sanırım bir pizzacı var yerinde.
Dondurma gibi sonsuzdu pinpon oynama arzumuz. Kim yenerdi, kim yenilirdi, kim iyi oynardı, hatırlamıyorum, umurumuzda değildi sanki.  Sonraki yıllarda da bir pinpon masası, raket bir de top buldum mu hiç boş geçtiğim olmadı, aslında çoğu yerde de olurdu bir pinpon masası. Bildiniz işte o yıllar hani ne ellerimizde cep telefonları, Ipadler vardı ne de bowling salonları sarmıştı şehri.
O yıllar olmasa da biraz sonrasında süper teoriler bile geliştirmiştim pinponun en eşitlikçi spor olduğu konusunda. Bir kere kadın erkek farkı gözetmeden oynanabiliyordu, güçlü, uzun, kısa, hatta genç veya yaşlı olmanızın pek bir önemi yoktu. Bomonti’nin müdavimlerinden siz deyin altmış ben diyeyim yetmiş yaşlarında tıknaz bir amca vardı, alemin en iyilerindendi nitekim. Sınıfsal olarak da eşitlikçi bir spordu, yalınayak bile şahane oynanabilirdi. Tek gereken bir masa, iki raket. (Tamam Ipade karşı değilim onu da versinler de) Ipad dağıtana kadar konamaz mı her okula bir pinpon masası? Konur, bal gibi de olur mis gibi de olur. Bir kere refleks, dikkat ve hızlı taktik-strateji geliştirmek için birebirdir pinpon, oynarken bütün kaslarınız çalışır, yorulursunuz ama öyle spor salonlarındaki gibi sıkılarak değil, keyif  ve adrenalin dolu bir yorgunluktur o. Puanları sayarsanız, arada her oyunda olduğu gibi fileye değdi değmedi, masanın üstünde vurdun, altında vurdun, mızıkçılıklarıyla tatlı bir rekabeti vardır. Ama bir de hiç saymadan bir yandan sohbet ederek, ya da belki sadece meditatif halde sadece gelen topa, yani “an”a konsantreolarak da hiç rekabetsiz keyif dolu oynanabilir…


Eski bir pinpon militanı olan bendeniz maziden bir dostuma kavuşmuş gibi heyecanla pinpon oynadıktan sonra eve gelip biraz interneti karıştırınca işin ucunun sömürgeciliğe dayandığını, hatta birçok politik hikâyeyi barındırdığını öğrendim. Sömürge İngiliz subayları tarafından geliştirilen masa tenisi on dokuzuncu yüzyılda İngiltere üst sınıfı için yemek-sonrası ev içinde oynanan bir oyun olarak anılsa da, aslında tarihi on beşinci yüzyıl Çin’ine kadar gidiyormuş. Çin İmparatorluğu’nda tavuğun sidik torbasından yapılan topun balık ağından bir netin üzerinde ellerle ileri geri atılmasıyla oynanıyormuş. Aynı kaynakta farklı toplumsal konumdan birisiyle rekabet etmek uygun görülmediği için o zamanlar puan saymanın olmadığı da belirtiliyor.  Demek ki farklı sınıflar arasında oynanabiliyormuş o dönem Çin’de. On dokuzuncu yüzyılda İngiliz askerleri ise puro kutularının kapaklarını raket, yuvarlatılmış şarap şişesi mantarlarını da top olarak kullanırlarmış. Zaman için de gossima, flim-flam gibi değişik isimler de alan oyun bugün en çok ping-pong ismiyle anılıyor. Bir de bir sporun en etkin bir şekilde diplomasi aracı olarak kullanılması da masatenisi tarihinde ilginç bir uğrak.   Amerikan masatenisi takımı 32. Dünya Masatenisi Şampiyonasında Çinli masa tenisçilerden ülkelerine sürpriz bir davet alırlar. Böylelikle 1949’daki Maoist Devrimden sonra ilk kez Amerikalıların Çin’e girmesi ile “masatenisi diplomasi” adı verilen bir dönem başlar. Çin’in komşularına ittifakların her an değişebileceği mesajını da içeren ABD ile bu teması yaklaşık bir yıl sonra Şubat 1972’de Nixon’ın Çin Halk Cumhuriyeti’ne ziyareti ile devam eder.



Evet, neymiş pinpon asla sadece pinpon değilmiş, kimileri için siyaset diplomasi, kimileri için rekabet… Benim içinse pinpon aşkıyla geçen o koca yaz hafızamdan silinmeyen bir arzu “an”ıydı… 

Sonra ne mi oldu? Bildiğiniz hikâye, büyüdük işte… “ve kirlendi dünya”… 


Neyse eğer ki şimdiye dek oynamadıysanız kapın elinize bir raket, bulun bir masa oynayın, öyle sayıyı, kazanmayı, kaybetmeyi unutup sadece hızla gelen topa bakın… dert tasa kalmayacak, en azından o “an” için…  

Keyifli Oyunlar!

*Daha once uzuncorap.com sitesinde yayinlanmistir. 

5 Ağustos 2014 Salı

Rastalarla Şabat (Paskalya Tatili 2. Gün)


Sabah güneşinin yeşille buluşması bir harikadır, hele de Jamaika gibi (burada tanıştığım Alman ataları sayesinde hayli beyaz bir Jamaikalı teyzenin deyimiyle) “Tanrı’nın doğaya cömert davrandığı” bir yerdeyseniz. Ateşsiz ve güneşli bir sabaha gözümüzü Rafjam’de açar açmaz kahvaltıyı bekleyene kadar geceden gözümüze kestirdiğimiz küçük derenin karşısındaki yeşilliklere attık kendimizi. Bu güzel ortamda birkaç fotoğraf çekelim derken fotoğraf makinesini yaşı gereği “ben yapıcam, kendim kendim”leri bol Serena’ya kaptırmamız sonucu onun “açısından” bilumum vücut kesitlerimizden oluşan fotoğraf silsilesine dönüşüverdi sabah yürüyüşü.
becerikli kızımın ilk fotoğraf denemelerinden
Muz, papaya ve ananas ile sunulan lahana ve havuç sotesinin yanında taze yapılmış Hindistan cevizi pidesinden oluşan, miktarı az olduğundan mı yoksa yine o müthiş aşçının elinden çıktığından mı nedir tadı damağımızda kalan kahvaltının ardından aşağıda akan derenin oluşturduğu minyatür şelale ve göle girmeye niyetlendik. Ara ara serpiştirmeye başlayan yağmurun, aslında gökyüzünün çoğunluğunun mavi olması nedeniyle kalıcı olmadığına kanaat getirip giydik mayoları. Jamaika gibi bol nehirli bir ülkede deniz kenarına gitmese bile insan yanından mayosunu, havlusunu hatta plastik deniz ayakkabısını eksik etmemeli. Daha önceki derelerde çimme aksiyonu Serena’nın o kadar hoşuna gitmişti ki, heyecanla minik göle girmesiyle suratının bozulması bir oldu, yavrucak “üşüyorum ama” diye diye birkaç dakika dayanıp sonra hemen dışarı çıkıp, ama sonra gölette gözü kalıp dayanamayıp tekrar girerek bayağı bir çaba sarf etti. Jerome deniz bu kadar soğuk olsa girmezdi ama tatlı su insanı girecek illa, bense suya dizime kadar girmemle “yav arkadaş deli miyiz dün gece nerdeyse ateşi 39’u bulmuş çocuğu şimdi de buz gibi derede hasta edeceğiz, çıkalım” diye düşünmem bir oldu. Hevesi kursağında kalmasın diye Serena’yı da “daha sıcak bir dere buluruz sonra, herhalde yağmur da çiselediğinden soğumuş buranın suyu” diyerek ikna ettik.
Biraz hamak, biraz toparlanma derken Rafjam’den ayrılmamız saat 12’yi bulduğunda akşamı geçireceğimiz Blue Mountain zirvesine en yakın pansiyona gidene kadar günün geri kalanını nasıl geçireceğimiz konusunda netleşememiştik. Jerome on yılı aşkın süredir çalıştığı on küsur ülkenin haritalarını ve Lonely Planet ya da Guide Routard gibi rehber kitaplarını muhakkak temin eder gitmeden. Bu sefer Pakistan’dan Jamaika’ya Türkiye üstünden geçtiği için, Fransa’da bıraktığı Lonely Planet’ın Jamaika baskısının yenisini neyse ki Pandora Kitabevi’nden bulabilmiştik. Kaldığımız ülkelerde gezmek için iple çektiğimiz hafta sonları ya da tatil günlerini de en iyi şekilde geçirebilmek için öncesinde olabildiğince araştırmaya çalışırız. Ama bu sefer biraz Jerome’un zaten bu bölgeyi bilmesine güvendiğimden, biraz da yola çıkmadan bir gün önce teslim edebildiğim çeviriye yoğunlaştığımdan ancak kalacağımız pansiyonları ayarlayabilmiştim. Dünya’nın en pahalı kahvelerinden birinin vatanı olan Blue Mountain’da herhalde başta kahve plantasyonlarının gezeriz ve eğer cidden Jerome’un dediği kadar uzun sürmüyorsa belki gaza gelir zirveye çıkarız gibi muğlak fikirlerin dışında kabaca haritadan kalacağımız pansiyonların yakınındaki ilginç yerleri defterime not almıştım. Ama Serena’nın hastalanıp iyileşivermesinin de rehavetiyle ne defterime bakasım geldi ne başka bir şey. Mekân sahibi Susan’a haritaya göre geldiğimiz yol üstünde olması gereken ama yol boyunca tabelasını göremediğimiz bir kahve plantasyonunu sorduk, meğersem eski bir beyaz Range Rover varmış bir virajdan sonra orasıymış. Daha sonra muhtemelen senelerdir yerinden oynamamış Range Rover’ı görünce bunun nasıl da tabela kadar etkili bir indikasyon olduğunu anlayacaktım. Sohbetimizde Susan bir de yakınlardaki rasta köyünden ve cumartesi günü Şabat ayinleri olduğundan söz etti. Kapalı bir yerel komünitenin arasına elinde fotoğraf makinesiyle davetsiz misafir gibi dalan patavatsız beyaz adam konumuna düşmekten çekinen Jerome’un dini ayin de olduğunu duyunca tedirgin olduğunu hissedip, ısrarla Susan’a peki yabancıları gerçekten kabul ediyorlar mı, rahatsız etmeyelim gibi sorular sordum. Hiçbir sakıncası olmadığını, kişi başı 500 Jamaika Doları (yaklaşık 10 TL) verip gezebileceğimizi, hem de gideceksek törenlerine katılabileceğimiz bir cumartesi günü gitmenin daha iyi olacağını anlattı Susan. İçimden turistlere yönelik müzemsi bir köy mü bu ne öyle giriş bileti alıp da mı gezeceğiz, diye çınlayan bilumum itirazları yine içimdeki merak bastırdı. Şimdi tek sıkıntı, arabayla sadece bir yere kadar gidip sonra yürüyecek olmamız, hem de dün gece ateşlenmiş 2,5 yaşında bir çocukla, sağanağa çevirip çevirmeyeceği belli olmayan bu yanardöner yağmurda… Evet, Himalayalara tırmanacak değiliz ama insanın işinin doğaya bağlı olduğu bu gibi durumlarda, karar bir anlık cesaretle korkup geri adım atma arasındaki incecik çizgide, tıpkı hayattaki birçok kritik kararda olduğu gibi. Bilen bilir, motosu “ahh beni bu kararsızlık mahvetti” olan bendeniz, öğleyin yiyeceğim yemekten, alacağım ayakkabının rengine, yazacağım tezin konusuna kararsızlık abidesine dönüşüp, ahh akıl danışacağım birileri olsun da beni kurtarsın şu halimden insanı, içimi dinleyebildiğim ender anlarda aslında en bi şahane kararları verebildiğimi de biliyorum. (Ahh bir de şu her daim iç sesini duyabilen olmanın formülünü bulaydın da bizi şu derbeder halden kurtaraydın Einstein amca!). İşte o ender anlardan biriydi, içimizdeki macera duygusu ve merak endişelerden üstün geldi.  Susan’ın tarifine uyup dün akşam geldiğimiz yoldan geri istikamet yola koyulduk, elbette Rafjam ekibiyle vedalaşıp, fotoğraflarımızı çekildikten sonra.


Tarife göre (üçüncü gece için rezervasyon yaptırdığımız ) Mount Edge’i geçtikten sonra anayoldan sapacağımız barın da dün kızları indirdiğimiz bar olduğunu düşünüyor Jerome ve tahmininde yanılmıyor. Dün bizimle şakalaşan bar sahibine “buralarda bir rasta köyü varmış, ne taraf kardeş?” tadında yolu soruyoruz, buradan aşağı vurun, araba yolunun bittiği yerde merdivenlerden yukarı çıkın, patikayı takip edin ya da hatta isterseniz arabayı buraya bırakın, yürüyün aşağıya diyor. Hava belirsiz, Rafjam’den ayrılır ayrılmaz uyumaya başlayan Serena hâlâ uyuyor, arabayla gidebildiğimiz kadar gitmek istiyoruz. Aşağıda yolun bittiği yerde bir kısmı uzun süredir terk edilmiş izlenimi veren 3-5 araba var. Tam tam seslerini iyice duymaya başladığımız yukarıdaki köyde bizi nelerin beklediği konusunda merakımız artmaya başlıyor. Gelen geri dönemiyor mu nedir bu ormanda terk edilmiş arabalar? Sırt çantasına gerekebilecek yedek kıyafet, özellikle Serena için muz, kuruyemiş tarzı atıştırmalıklar, şemsiye, el feneri vs. dolduruyoruz. Bir de Serena daha yeni doğduğu günlerde kararsızlığımız sayesinde koca bir öğleden sonramızı değişik modelleri deneyerek geçirmek zorunda kaldığımız bebek mağazasından aldığımız kanguruyu alıyoruz yanımıza. Uçağın çıkışında size verecekler denilmesine rağmen ancak bagajlarla beraber pusete kavuşabildiğim, dolayısıyla kucağımda uyuklayan bir bebek ve bilumum el bagajıyla havaalanında kıvrandığım yalnız uçak yolculukları deneyimi sonrasında muhakkak uçakta çantama tıkıştırdığım kanguruyu uzun süredir kullanmamıştım. Yavaş yavaş gözlerini açan Serena kanguruyu görünce “ben buna binicem” diye tutturdu. Merdivenler bitince inme sözü alarak soktuk artık iyice küçülen kangurunun içine. Tamam ben bir yandan dakika başı emen Serena’yla cebelleşirken Jerome’un da kanguru çeşitleriyle süren cebelleşmesi sonucunda en yüksek kiloya kadar taşıyabilenini almıştık. İyi bu zımbırtı teknik olarak 18 kiloya kadar taşıyor da peki biz o kanguruyu taşıyabiliyor muyuz? Dik merdivenler, hafif çiseleyen yağmurun ardından açan yakıcı güneş sayesinde sırtımızdan damlayan terlerle merdivenlerin sonuna geldi. Zar zor Serena’yı ikna edip, dar patikadan manzaraya hayran hayran bakarak tırmanmaya devam ederken tam tam seslerinin yaklaşması bize umut veriyordu. Yokuşun sonunda yeşil ahşap kapıya gelmeden fotoğrafların olduğu bir panonun önünde fotoğraf çekilme teklifime fotoğraflara daha dikkatli bakan Jerome dudak büktü, baksana silahlar var fotoğraflarda diyerek. Rastalarla silahın ne ilgisi var ile başlayan sorularımız gün ilerledikçe çoğalmaya devam edecekti.
İşte "School of Vision" rasta köyüne varmadan son merdivenler...
Girişteki ahşap kulübeyi bilet gişesine benzeten ben buranın otantikliği konusunda iyice şüpheye düşmeye başlamışken, ilerden başı türbanlı bir kadın gülümseyerek bize yanaştı. Köyde geçirdiğimiz süre boyunca bize mihmandarlık eden Beverly yarım saat sonra öğle yemeği için törene ara vereceklerini, araya kadar içeri girebileceğimizi ama tapınağa girmek istiyorsak, benim saçımı ve bacaklarımı örtmem gerektiğini söyleyip bana kırmızı-yeşil-sarı-siyah rasta renklerinden bir bere ve belime dolamam için de bir pareo veriyor. Herkes gibi ayakkabılarımızı çıkarıp sarı-kırmızı-yeşil ahşap çokgen tapınağa giriyoruz, yerler toprak, ortamı garipseyip, çoraplarını da çıkarmak istemeyen Serena kucağımdan inmiyor. 
Rastafari tapınağında kanguru misali ayin

Etçi değil “ot”çu olmaları, saçlarını kesmemeleri ve müzikle olan yakın ilişkileri dışında rastalar hakkındaki cehaletimle yüzleşip etrafı inceliyorum merakla. Kadınların hatta kız çocuklarının bile saçları, kolları, bacakları kapalı, bir grup erkek perküsyonlarla ritim tutarken, birtakım ezgiler mırıldanıyorlar, diğer oturan erkeklerin çoğu ganja (Jamaika’da marihuananın adı ganja) tüttürüyor, çocuklar etrafta dolanıyor. Ayin sırasında genelde kadınlar ve erkekler ayrı oturuyor. 

kadınlar başka yerde

Ayinin sonunda çocuklar da dahil herkes yanmakta olan ateşe doğru diz çöküp, ellerini işaret parmakları ve baş parmakları ile bir üçgen oluşturacak şekilde birleştiriyorlar, içlerinden biri “Jah” deyince hep bir ağızdan “Rastafari” diye bağırıyorlar.
Resim yazısı ekle
Çıkışta biz biraz daha içeride kalıp etraftaki resimleri yazıları inceliyoruz. Her yerde H
aile Selassie I’nin fotoğrafları var. Başka yerlerde de  fotoğrafını gördüğüm Selassie hakkında Lonely Planet’ta bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Gerek Rastalarla sohbetlerde ve aslolarak da eve dönüp biraz araştırdığımda Etiyopya’nın 1930-74 yılları arasındaki imparatoru Haile Selassie I’in onun tahta çıktıktan sonraki ismi olduğunu, Rastafari hareketinin de asıl ismi olan Ras (prens anlamındaki unvan) Tafari’nin (saygı duyulan kişi) adını ondan aldığını öğreniyorum. Dışarı çıkınca onlar dağıtılan sandviçlerden ve birer dilim karpuzdan oluşan öğle yemeklerini yerken biz de Beverly’i takip edip köyün tek bakkalı olan dükkândan hindistan cevizinden yapılan hafif tatlı ve inanılmaz doyurucu rasta kurabiyelerinin tadına bakıyoruz. Bir yandan ortama yavaş yavaş adapte olan Serena etrafta koşuştururken bir taraftan Beverly ve diğer Rastalarla sohbet ediyoruz. Yaklaşık 40 kişinin yaşadığı “School of Vision” adındaki bu Rasta köyünde, geçimlerini ektikleri ürünlerden elde ediyorlar, ürünleri pazara götüren rahip (uzun saçları ile bildiğimiz rahip görüntüsünden hayli farklı bu rahip o gün hasta olduğu için ayine katılamamış, biz dışarı birkaç dakikalığına görüyoruz onu) eline geçen parayla orada yetiştiremedikleri ürünleri satın alıp dağıtıyormuş.  Daha sonra Beverly’nin kocası olduğunu öğrendiğimiz yaşça daha genç Rasta’ya “Rasta doğulur mu Rasta olunur mu?” minvalinde bir soru soruyorum, onun rasta olma hikâyesini de merak ederek, bana gıdalara yerleştirilen mikroçiplerden bahsediyor, işte bu yüzden biz kendi tarımımızı yapıyoruz diyor. Sonra anlatmaya devam ediyor, eğer gerçekten merak ettiğini anlarlarsa saatlerce anlatabilir Rastalar gerçek İsa meselesini. Eğer yabancılarla konuşmaya alışık olmayan bir Jamaikalıyla konuşuyorsanız, İngilizce bilip anlaşacağınızı sanmayın, çünkü Jamaika ingilizcesi aslında bir patois (patua) yani İngilizce kelimelerle yerel dilin bir karışımı. Gerek konuya yabancılık gerekse patois etkisi ile uzun süre neden bahsettiklerini anlamakta zorlanıyorsunuz. Mikro biyoçipler, kara tenli İsa, Jesus değil, Jasos dedikçe onlar, sen ellerinden eksik etmedikleri ganja’nın etkisiyle uçuyor adamlar diye düşünmeden edemiyorsun. Ama dillerinden düşürmedikleri hikayenin özü Mesih’in aslında kara tenli olduğu ve Hıristiyanlığın beyaz Batılı anlatı tarafından çarpıtıldığı. Genel bir –izm ya da dinden öte bir yaşam felsefesi olarak kendini ortaya koymayı tercih eden rastaları tek bir çatıda toplamak da bu anlamda zor. Ama genel olarak Hıristiyanlık ve Musevilik etkisi açık, zira bolca ganja içtikleri ayinlerinde yüksek sesle İncil’den bölümler de okuyorlar. Ama sadece belli bölümlerini ve kendi yorumları ile. Yani aslında Afrika’dan köle olarak Karayiplere getirilen siyahilerin Hristiyanlığı kendi kültürleri ile yorumladıkları bir özgürleşme felsefesi. Jamaika’da siyahi milliyetçiliğin en önemli ismi Marcus Garvey’nin 1900’lü yılların başlarında Afrika’da başa gelecek bir siyahi kralın Mesih olduğu yönündeki kehanetinin Etiyopya’da Haile Selassie I'nin kral olmasıyla gerçekleştiğine inanıyorlar. Bu anlamda dünyaya ikinci kez gelen Mesih Haile Selassie I kutsal bir figür. Sohbetin bir yerinde peki senin ülkende mesihi nasıl biliyorsunuz diye soruyor biri. "Benim ülkeyi ne sen sor ne ben anlatayım, için daralır boşver” demek istiyorum, kısaca "bizimkiler Müslüman" deyip kapatıyorum, hiç anlatasım yok, dinlemek yetiyor bana bugün.
Her topluluktan topluluğa ve hatta her rastadan rastaya değişse de kimi belli kuralları var, mesela Ital (vital'den gelme bir sözcük) gıda yiyorlar, yani doğal, vücut için sağlıklı besleniyorlar. Kırmızı et, işlenmiş endüstriyel ürünler ve kimi zaman süt ürünleri tüketmiyorlar. Onun dışında kimileri tavuk da yemiyor ama genelde balık yiyorlar. 
Ben evliliğe karşı olduklarını duymuştum ama konuştuğum rastalar isteyen kişinin evlenebileceğini anlattılar. Peki ya kurallar, kurallara uymayanlar diye soruyorum. Esas olarak her insanın doğruyu kendi içinde bulmasına inanıyorlar ama bir problem olduğunda toplantılarında bunu konuşuyorlar ve sonrasında o kişiye “ateş” diyerek ceza veriyorlar. "Ne cezası peki?" “İşte ateş diyoruz, o kadar yani o kişinin bu hata üzerine düşünmesini sağlıyoruz”. Acayip hoşuma gidiyor bu yöntem. İçe dönmek önemli rasta kültüründe. Jamaika’daki genel yüksek perdeden konuşmalar, şakalaşmalar rasta köyünde pek yok. Artık ganja kafası mı yoksa ayinin verdiği huşudan mı, iki ayin arasındaki öğle arasında kimileri kendi kendine oturup düşünüyor, kimileri ise küçük gruplar halinde küçük sesleriyle konuşuyor, çocuklar bile daha sessiz sakin.

Tapınağın etrafında çocuklar 
Ortalıkta en hareketli varlık yine bizim Serena. Bir ara birisi elinde koca bir poşet mango ile geliyor, biz de dahil herkese mango dağıtıyor. Biraz sonra Serena’yı tuvalete götürürken mihmandar ot içip içmediğimi soruyor ve "ben içemiyorum, kötü oluyorum ama sigara içiyorum bulursam, sizde var mı" diye soruyor. Rastalar genelde alkol tüketmedikleri gibi sigara da içmiyorlar, hatta bir tür yasak. “Yanımda yok eşimden alıp veririm istersen” diyorum şaşkın bir halde. “Aman başkaları bilmiyor göstermeden ver” diye de ekliyor. yengeye suç ortağı olmaktan şimdi de beni ayinin orta yerinde oturtup "fire" derlerse ben de onlara "more fire more fire" diye cevap veririm artık diyorum içimden. (Partilerle romlar devrilip kafalar kıyak oldu mu bir de güzel bir şarkı çalıyorsa hemen çakmakları çıkarıp, "more fire more fire" diye bağırma adeti var da) 
Çocuklarla İncil 
Neyse tapınağa geri döndüğümüzde bir köşede çocuklarla İncil okuyor bir yetişkin kadın. Biraz onları seyredip biraz sohbet ediyoruz. 50-60 yaşlarında görece beyaz tenli bir adam Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Benim kızım Türkle evli, orada yaşıyorlar” diyor. Aslında İngilizmiş ama yıllar önce buraya yerleşmiş, rasta köyünde yaşıyormuş. İngilizcesini daha iyi anladığım, hem de dışarıdan bir gözle de beni yanıtlayacak birini bulmaktan memnun telefonunu alıyorum, kafamda o kadar çok soru var ki… Bir öğleden sonrada hepsine cevap bulmak mümkün değil. Ama akşam kalacağımız zirveye yakın pansiyona varmak için yol uzun ve engebeli. Rastaların sakinlikleri, hoş sohbetleri ve davullar eşliğindeki ritimler o kadar davetkâr ki hiç gidesimiz yok, tam Serena da ortama alışmışken. Hele de pansiyon olarak kullanılan bir evin olduğunu da öğrenince geceyi burada mı geçirsek mi diye düşünmüyor değiliz. Bir daha muhakkak gelip kalacağız diye söz verip sıkı sıkı sarılarak ayrılıyoruz kafada binlerce soru işareti ile rasta köyünden.


Blue Mountains'da bütün yollar Bubbles Bar'a çıkıyor
Dönüşte o köşedeki renkli barda sigara-alkol-muz cipsi molası veriyoruz, bizim rastalık da bu kadar anlayacağınız, hayatında ilk kez şam fıstığı yiyen sevimli bar sahibiyle şam fıstıklarımızı da paylaştıktan sonra 3 saate yakın sürecek yola koyuluyoruz. Yol kayda değer ölçüde engebeli, düşündüğümüzden de uzun sürüyor. Zirveden önceki araba yolunun son noktasındaki Whitfield Pansiyonuna ulaşmadan önceki son yerleşimde kocaman ses sistemlerini kurulduğunu görüyoruz. Jamaika’da yol üstünde en ucra köşelerde her erde karşınıza bir parti çıkmasına alışmışız ama bunu da beklemiyoruz, evet bu parti ve o kocaman ses sistemlerinden gelen müzik sabahın altısına kadar sürüyor. Jamaika’nın en yüksek zirvesindeyiz neredeyse, in cin top oynuyor, biraz ileride ateş böcekleri ve göğü donatan  yıldızlardan başka ışık yok ve sabah kadar süren bas sesi ile yorgunluğumuza rağmen sık sık uyanıyoruz. Kafa dinlemeye gelmişiz, peki kızıyor muyuz? Yooo, Jamaika’da bir yerlerden müzik sesi gelmezse garip hissediyor insan kendini. Hem bu kadar güzel bir doğada sinirleri alınıyor adeta, hoşgörü gurusu kesiliyor insan. Karanlıkla birilikte ulaştığımız Whitfield Cottage 18. yüzyıldan kalma bir kırevi, elektrik yok, su da sadece iplik gibi akıyor, o da sadece ortak kullanılan banyodaki küvetin musluğundan.  Evin sahibi ve işletmecisi 70’li yaşlarında beyaz bir Jamaikalı, paskalya tatili olduğundan kızı, damadı, torunu ve onların arkadaşları da orada kalıyorlar. Biz vardığımızda yemeklerini yemişler, şömine başı muhabbeti yapıyorlar. Jamaika’da da şömine görecekmişiz demek diye şaşırıp bir yandan ev sahibinden evin hikâyesini dinleyip bir yandan da bizim için hazırladıkları Jamaika’nın geleneksel barbunyalı pilavı ile tavuktan yiyoruz. Serena’nın etraftaki çocuklara rağmen dayanacak hali kalmıyor, iki ranzadan oluşan odada bir süre kim nerede nasıl yatacak muhabbeti ve ilke kez ranzalı odada yatacak Serena'ının bütün yatakları teker teker denemesi sonrasında derin bir uykuya dalıyoruz… ta ki uzaklardan gelen müziğin basları bizi uyandırana kadar.